Home / News / YAZARLAR / Saliha Aydın / TASAVVUF VE TARİKATLAR İSLAM’DAN MIDIR? / Saliha AYDIN

TASAVVUF VE TARİKATLAR İSLAM’DAN MIDIR? / Saliha AYDIN

Tasavvuf ve tarikatlar İslam’a ait mi yoksa başka fikir ve kültürlerden mi İslam’a girdiği konusu oldukça tartışılan ve İslam âleminde büyük ihtilaf ve ayrılıklar oluşturan bir konudur. Her meselede olduğu gibi bu meselede de tek kaynak ve merciimiz Kur’an ve Sünnet olmalı, onun süzgecinden geçirerek İslam’a ait olup olmadığını anlayabiliriz.

İlk olarak teorik tasavvuf fikri ve onun pratik yansıması tarikatlar nasıl ortaya çıktı? Resulullah (sav)’in ve sahabeler (r.anhm) döneminde var mıydı? sorusundan başlayalım. Her ne kadar tasavvuf fikrinin savunucuları, tasavvufu silsile yoluyla Ebu Bekir (ra)’a oradan da Resulullah (sav)’e dayandırsa da bu kaynak yalnızca tasavvuf kitaplarındadır. Sahih hiçbir kaynakta Resulullah (sav)’e dayanan bir silsile yer almamaktadır. Ashabın fıkıh, tefsir ve hadisle uğraştığı bu alanlarda daha fazla bilgiye sahip olmak için çabaladığı devirlerde, tasavvufun ne adı mevcut olmuş ne de bugünkü meseleleri söz konusu edilmiştir. İslam’daki hükümlerin tamamı vahiy yolu ile Kur’an ve Sünnete dayanarak oluşmuştur. Tasavvuf ise sezgi, keşif, ilham ve gizliliğe dayanmaktadır. Nitekim gerek Ali (ra.) gerekse Ebu Bekir (ra.) yolu ile tasavvufun geldiğini savunanlar bu gizli yolu savunmaktadır. Tasavvufun kullandığı pek çok asılsız hadisin bu gizli yolla sahih olduğunun tespit edildiği, felsefi tasavvufta bulunan pek çok teorinin keşif, rüya ve ilham ile tespit edildiği İbn-i Arabi’nin Futuhat-ı Mekkiye ve Fusus-ul Hikem gibi kitapların keşif ve ilham ile yazdırıldığı düşünceleri bilinmektedir.

Tasavvuf Hicri ikinci asrın sonlarına doğru doğmaya başlayan bir akımdır. Akımın belirginleşip revaçta olduğu yer Küfe ve Basra şehirleridir. Ayrıca tasavvufun ilk temsilcilerinin Acemler ve Şiiler olduğu bilinen bir hakikattir. İlk sufiler ve sufi namıyla adlandırılan kişiler Cabir bin Hayyan, Ebu Haşim el-Küfi, Abduk es- Sufi’dir.  Ayrıca tasavvufun en bariz temsilcileri Kuşeyri, Hucviri, Cami, Attar, Kelebazi, Sühreverdi, Gazali, Bistami, Hallac, Tusi, Tebrizi, Rumi, Muhasibi gibi kişilerin İran menşeli oldukları bilinmektedir.

Ayrıca tasavvuf ve onun dayandığı bazı fikir ve görüşlerin farklı dinler, felsefeler ve kültürlerle benzerliği dikkat çekicidir. Müslümanlar yeni fetihlere giriştikçe farklı farklı kültürler ve felsefelerle tanışmış ve sonradan İslam’a giren bazı insanlar eskiden kalma kültürlerini de tamamıyla terk edememiştir. Buna mukabil yapılan tercüme hareketleri (özellikle felsefe alanında) bazı Müslümanlar bu yolla felsefe öğrenmiş ve etkisinde kalmıştır.

Ruhaniyetçi eğilim dünyanın belli başlı tüm mensuplarında olmuştur. Bunu görmek için Yunan, Hint; Mısır, Hıristiyan ve Yahudi topluluklara göz atmak yeterlidir. Mesela Antik Yunan’da Pisagor ile başlayan, Sokrat ve Eflatun’la devam eden ruhaniyetçi eğilim Yunan felsefe ve hikmetinin büyük bir kısmını oluşturmaktadır. Tasavvuf kitapları bile tarihte tasavvuf mistisizminin kurucusu olarak Pisagor’u göstermektedir. (İbrahim Sarmış/ Tasavvuf ve İslam)

Tasavvuf felsefesinin sahip olduğu fikirlere göz attığımızda en başta varlık birliği yani vahdet-i vücut düşüncesi onun omurgasını oluşturmaktadır. Aslında bütün olarak tasavvuf, vahdet-i vücut prensibiyle oluşmuş ve diğer meselelerin dayanak noktası olmuştur. Bunun dışında nefis ve ruh tasavvuru, hakikati Muhammedîye, kutuplar, gavslar gibi konular tasavvufun ilgilendiği ve oluşturduğu fikirlerdendir.

 

Vahdet-i vücut

 

Vahdet-i vücut düşüncesini inceleyecek olursak onun İslam’ın tevhid akidesine ters düşen bir fikir olduğunu göreceğiz. Vahdet-i vücut; tek bir varlık vardır o da yaratıcı olan Allah’tır. Alem ise onun bir parçasıdır veya görüntüsüdür. Yaratıcı yaratılan ayrımı yoktur vahdet-i vücut düşüncesinde, tek bir hakikat vardır o da Hak’tır. Bununla ilgili olarak Vahdet-i vücut düşüncesinin ilk temsilcilerinden sayılan İbn-i Arabi; “Arif, hakkı (Allah’ı) her şeyde gören, belki her şeyin kendisi olarak görendir.” (Fususu’l-Hikem, Bali Şerhi, 375, İstanbul 1309 h. Kaşani Şerhi, 1/192, Tali. Dr.’ Ebu’l-A’la Afifi, Kahire 1321. “Her şeyin tarifi (haddi) aynı zamanda Hakk’ın (Allah’ın) tarifidir. Yaratıkların ve eserlerin müsemmalarında sirayet etmiştir. Gören de, görülen de odur. Alem onun suretidir. Alemin ruhu ve yöneticisi de O’dur. O büyük insandır.  Fususu’l-Hikem, 16-17, Şevki Bey Matbaası. 1287)

Görüldüğü gibi İbn-i Arabi’ye göre bariz şekilde yaratıcı ve yaratılanın ikisi de aynı şeydir hatta daha ileri giderek puta tapanın gerçekte Allah’a taptığını ama bundan gafil olduğunu söylemekte, bakınız;

Madem ki eşya varlığının görünümleridir, o halde put da o görünümlerden biridir. Ey aklı olan adam! İyi düşün, put varlık bakımından batıl değildir. Bil ki Allah onun yaratıcısıdır. İyiden sadır olan her şey İyidir, O makamda ne var olmuşsa, hayrın kendisidir. Onda bir şer varsa, o da başkasındandır.
Müslüman putun ne olduğunu bilseydi, dinîn putperestlikten ibaret olduğunu an­lardı. Müşrik putun farkında olsaydı, dininde hiç dalalete düşer miydi? O, putun an­cak dış yaratılışını gördü, onun için şeriatta kafir oldu. Sen de onda gizli olan Hak’kı görmezsen, şeriatta sana da Müslüman demezler.  (A. Avni Konuk, Fususu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi, 1/258)

Bilinmektedir ki İslam’ın esası Allah’ın varlığı ve birliğine, tek hakim ve hüküm koyucu olduğuna, Hz. Muhammed sallallahu aleyhi vesellem’in yalnızca Allah’ın elçisi olduğuna inanmaktır. Allah’ın isimlerinde, sıfatlarında ve fiillerinde ona kimsenin ortak olmaması ve ibadette de yalnızca onu mabud kabul etmek ve ona ortak koşmamaktır.

Bazı kişiler bu türden şirk ve küfür içeren sözlerin tasavvuftaki seyri suluk esnasında sekr halinde sadır olmuş sözler olduğunu, bunun ciddiye alınmaması veya iyiye yorumlanması gerektiğini söylemişlerdir. Lakin İbn-i Arabi’nin yazdığı kitaba bakacak olursak bu sözlerin ve düşünce tarzının sadece sekr halinde değil normal zamanda da savunduğunu görürüz. Eğer öyle bir durum olsaydı İbn-i Arabi bu sözlerinin sekr halinde söylenmiş olduğunu, onun ciddiye alınmaması gerektiğini açıklardı. Lakin kitapta böyle bir açıklama olmadığı gibi kitabın savunduğu ve ana konu haline gelen konuların vahdeti vücut düşüncesi etrafında şekillendiğini görüyoruz. Ayrıca varsayalım ki bu sözleri sekr halinde bir anlık söylenen sözler olsun, İslam’da Allah aşkıyla sarhoş olmak ve o esnada şirk içeren sözler söylemek cevaz verilen bir husus mudur? Allah Resulü ve sahabeler Allah aşkıyla sarhoş olup şirk sözleri söylemiş midir? Buna verilen cevap elbette hâşâ ve kellâ olacaktır. Ne Resulullah (sav) ne de sahabeler (r.anhm) hiçbir zaman şirk sözü söylememişler ve buna cevaz da vermemişlerdir. Buna ilişkin hiçbir rivayet söz konusu değildir. Bilakis Resulullah (sav) tevhid inancının korunmasında ve şirk ve onun türevlerinden çok büyük titizlikle korunmuştur. Ve tevhidin arı duru kalması için elinden geleni yapmıştır.

Bununla ilgili olarak Peygamber efendimiz bir defasında bir hatibin şöyle konuştuğunu gördü: “Allah’a ve Resulüne itaat eden doğru yolu bulmuş olur. İkisine isyan eden ise sapıtmış olur.” Bunun üzerine Resulullah ona “Ne kötü bir hatipsin. Şöyle demelisin: Kim Allah’a ve Resulüne isyan ederse sapmış olur.” (Müslim/ Cuma/ 48) Resulullah (sav) halkın huzurunda konuşmacının sözünü keserek, Allah ve Resulünün aynı zamir içinde söylenmesinin yanlış olduğunu ve uzak bir ihtimal dahi olsa Allah ve Resulünün mertebesinin aynı olduğu şüphesinin zihinlerde uyanmasını önlemiş oluyordu.

Bir adam Resulullah (sav)’e gelerek şöyle dedi: “Allah’ın dilediği ve senin dilediğin” Resulullah ona “Beni Allah’a eş mi yaptın? Sadece Allah’ın dilediğini söyle” buyurdu. (Buhari)

Ebû Vakîd el Leysî (r.a.)’den edilen rivâyete göre, Rasûlullah (s.a.v.), Hayber’e çıktığında yolda müşriklerin silahlarını astıkları “Zat-ü envat” adı verilen bir ağaca uğradı. İnsanlar Ey Allah’ın Rasûlü! dediler: Onların Zat-ü Envatı olduğu gibi bize de bir “Zat-ü envat” tayin et dediler. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v.): “Subhanallah dedi. Bu söz Musa’nın kavminin Musa’ya söylediği: “…Ey Musa bize O insanların taptıkları tanrıları gibi bir tanrı yap…” (Araf: 138) sözüne benzedi. Ben canım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki: Sizler kendinizden önceki Yahudi ve Hıristiyanların yoluna mutlaka uyacaksınız.”

Ömer (ra) Ehl-i kitaptan aldığı bir kitabı getirip Peygambere (sav)’e okuyunca çok kızdı ve şöyle dedi:

“Ey Hattab’ın oğlu! Bu ne şaşkınlık? Nefsim elinde olan Allah’a yemin ederim ki, ben size bembeyaz, dupduru tertemiz bir hakikatle geldim. Ehl-i kitaptan bir şey sormayın. Çünkü, size söyleyecekleri bir gerçeği yalanlayabilir veya yanlış bir şeyi tasdik edebilirsiniz. Nefsim elinde olan Allah’a yemin ederim ki, eğer Musa (as) şimdi aranızda yaşamış olsaydı, bana tabi olmaktan başka bir şey yapamazdı.” 

 

Nefis

 

Tasavvuf’ un ilgilendiği en büyük alanlardan biri de nefis tasavvurudur. Nefis tezkiyesi ve nefsi öldürmek Allah’a ulaşmada aşılması gereken yollardır. Arapçada nefis insanın kendisi anlamında kullanılmıştır. Kur’an’da da hep kişinin kendisi anlamında bazı sıfatlarla birlikte kullanılmıştır. Mesela razı olan nefis (nefs-i mutmainne), kınayan nefis (nefsi levvame), kötülüğü emreden nefis gibi.

Tasavvufta nefis ise insanın içinde, şahsından ayrı manevi bir varlık ve onun amansız düşmanıdır. Ömür boyu onu dize getirmek için kişinin onunla mücadele etmesi gerekir. Vücut kalesinde saklı olduğundan, vücut kalesini sürekli dövmek ve yıpratmak gerekir. Onun için “küçük cihaddan büyük cihada dönüyoruz” uydurma hadisi ile nefse karşı yapılan mücadele düşmanla yapılan meydan savaşından daha büyük ve elzem görülmüştür

Nefis, hiçbir şeyden memnun olmayan, her nimette bir eksiklik bulan nankör bir varlıktır. Senden ne isterse versen de o yine sana bir gün memnuniyetini göstermez, onun tek lâyığı öldürülmektir.

Nefis, bu çeşit mahlûklardandır da onun için gebertilmeye layıktır… onun için Allah “Öldürün nefislerinizi” demiştir. (Mesnevî, III, 374 )

Nefisle mücadelede, Allah’a olan aşkın artık o dereceye varmalıdır ki Hak’ta fâni olunmalı ve aradaki sen-ben ikiliği kalkıp bir olunmalı, “ene’l abd” den “ene’l Hakk” a varılmalı, aradaki bütün perdeler kalkmalıdır. Buda akılla idrak edilemez. İşte bunu idrak için de ölmek gereklidir. (Konuk, XII. 244,245.)

Bâyezîd-i Bistâmî:

“Nefsimi ilâhî vuslata yolculuk yapmaya davet ettim, bu zor yolculuk hususunda nefsim direndi ve bana güçlük çıkardı. Ben de nefsin bütün dünyevî arzularını bertarâf ederek Cenâb-ı Hakk’ın huzuruna yöneldim!”

Görüldüğü gibi Allah (cc)’ye yaklaşmak için nefsin bütün istek ve arzularını yok etmek gerektiğini söylüyor Beyazıd-ı Bistami. Bunun için tasavvufta bir lokma, bir hırka düşüncesi ile tekkelerde çilehaneler oluşturulmuş, uzlete çekilip dünyadan ve arzulardan tamamen uzaklaşıp sadece ibadetle meşgul olmak gerektiği düşüncesi ortaya çıkmıştır. Allah’a (cc) ulaşma yolunda nefis büyük bir engeldir o yüzden onun yok edilmesi gerekir.

İslam’a bakacak olursak eğer; nefsi insanın iyiye ve kötüye yönelme meyli olarak hep sıfatlarla birlikte kullanıldığını görürüz. Yani tasavvufun bahsettiği gibi insanın içinde insandan ayrı hep kötülüğü emreden bir varlık olarak değil, insanın iyiliğe ve kötülüğe yönelme meyli, fıtratında var olan uzvi ve güdüsel ihtiyaçlarını doyurmaya arzulu bir varlık olarak insandan bahseder. Yani insan fıtrat olarak içgüdülerini ve uzvi ihtiyaçlarını doyurmak için dünyaya meyleder. Fakat bu yönelişte ihtiyaçlarını doyurması için hayır ve şer olarak iki yol vardır. Ve insan isterse bu doyurmayı şerre meyilli olan tarafıyla şerri tercih ederek yapar, isterse hayra meyilli olan tarafıyla hayrı tercih ederek yapar. Yani nefsi, insanın iyi ve kötüyü ihtiyarıyla seçme iradesi olarak tanımlarsak İslam’ın bakış açısını ortaya koymuş oluruz.

Nefse ve onu düzgün bir biçimde şekillendirip ona kötülük duygusunu ve takvasını (kötülükten sakınma yeteneğini) ilham edene and olsun ki, nefsini arındıran kurtuluşa ermiştir. (Şems Sûresi 7,8,9)

İslam ifrat ve tefritten uzak vasat bir dindir. Ne tamamen Allah’ın yarattığı nimetleri yasaklamış insanın ondan faydalanmasına engel olmuş ne de tamamen onu serbest bırakıp başıboş bırakmıştır. Bilakis sınırlar koymuştur. İnsanın Allah’ın yarattığı nimetlerden faydalanmasını ama bu hususta Allah’ın koyduğu sınırlara riayet ederek bunu yapmasını talep etmiştir. Bununla alakalı olarak:

Ey iman edenler! Allah’ın size helâl kıldığı iyi ve temiz nimetleri (kendinize) haram etmeyin ve (Allah’ın koyduğu) sınırları aşmayın. Çünkü Allah, haddi aşanları sevmez. (Maide, 87)

Ey Âdemoğulları! Her mescitte ziynetinizi takının (güzel ve temiz giyinin). Yiyin için fakat israf etmeyin. Çünkü O, israf edenleri sevmez. (Araf, 31)

Resulullah (sav)’ın zevce-i paklerinin hane-i saadetlerine bir grup erkek gelerek Resulullah (sav)’in (evdeki) ibadetinden sordular. Kendilerine sordukları husus açıklanınca sanki bunu az bularak: “Resulullah (sav) kim, biz kimiz? Allah O’nun geçmiş ve gelecek bütün günahlarım affetmiştir (bu sebeple O’na az ibadet de yeter) dediler, içlerinden biri: “Ben artık hayatım boyunca her gece namaz kılacağım” dedi. İkincisi: “Ben de hayatımca hep oruç tutacağım, hiç bir gün terk etmeyeceğim” dedi. Üçüncüsü de: “Kadınları ebediyen terk edip, onlara hiç temas etmeyeceğim” dedi. (Bilahare durumdan haberdar olan) Peygamber (sav) onları bularak: “Sizler böyle böyle söylemişsiniz. Hâlbuki Allah’a yemin olsun Allah’tan en çok korkanınız ve yasaklarından en ziyade kaçınanınız benim. Fakat buna rağmen, bazen oruç tutar, bazen yerim; namaz kılarım, uyurum da; kadınlarla beraber de olurum (Benim sünnetim budur), kim sünnetimi beğenmezse benden değildir” diye buyurdu.

Resulullah (sav) Osman İbnu Maz’un’u çağırtarak “Sen sünnetimi beğenmiyor musun?” diye sordu. “Hayır, ey Allah’ın Resulü dedi, kasem olsun hayır! Aksine, aradığım şey senin sünnetindir!” Resulullah (sav) bunun üzerine şöyle buyurdu: “Bil ki, ben, hem uyurum, hem namaz kılarım; oruç da tutarım, kadınlarla evlenirim de, Ey Osman, Allah’tan kork, zira ehlinin senin üzerinde hakkı var, misafirin senin üzerinde hakkı var, nefsinin senin üzerinde hakkı var. Öyle ise bazen oruç tut, bazen ye. Namaz da kıl uykunu da al.” (Ebu Davud, Salat 317 (1369))

Abdullah İbni Abbas radıyallahu anhümâ şöyle dedi:

Nebî sallallahu aleyhi ve sellem insanlara hitap ederken, ayakta duran bir adam gördü ve onun kim olduğunu sordu. Ashâb:

– O, Ebu İsrâîl’dir. Güneşte durmayı, oturmamayı, gölgelenmemeyi, konuşmamayı ve sürekli oruç tutmayı adamıştır, dediler. Bunun üzerine Nebî sallallahu aleyhi ve sellem:

“Ona söyleyiniz! Konuşsun, gölgelensin, otursun ve orucunu tamamlasın” buyurdular.

Rasulullah (sav) tavaf esnasında bir adamın iki kişinin yardımıyla yürü­düğünü gördü. “Bu kimdir?” diye sordu. “Bu adam yürüyerek hac etmeyi ada­mıştır”, dediler. Rasulullah şöyle buyurdu: “Şüphesiz Allah’ın bu adamın kendine eziyet etmesine ihtiyacı yoktur. Söyleyin binsin” (Buhari, Sayd, 27)

Sahibi Allah’a yakınlaşmak ve ibadet etmek niyetiyle yapmış olsa bile, Allah’ın teşri etme­diği bir işi yapmayı yasaklamış oldu. Allah’ın teşri ettiği ve Resulullah’ın gösterdiği yoldan başka bir yol tutmak, ne suretle olursa olsun gösterdiğinden başka şekilde ibadet etmek veya Allah’a yakınlaşmaya çalışmak, İslam’ın apaçık ve dosdoğru yolundan sapmak ve başka bir yolu benimsemektir. Ta ki salih niyet ve Allah rızası için olsa da. Zaten İslam dini her şeyiyle kemale erdirilmiş bir dindir. Allahu teala bizim ona nasıl kulluk ve taatte bulunacağımızı, ona nasıl yakınlaşacağımızı indirmiş olduğu hükümleriyle ve bizatihi Resulullah (sav)’in tatbikiyle göstermiştir. Bizi uymamızı mecbur tuttuğu farz ve haram hükümleri indirdiği gibi, ona yaklaştıracak ve imanımızı kuvvetlendirecek sünnet ve nafile sayılan ibadetler ve davranışlar ve terk ettiğimizde faziletimizi yükseltecek mekruh hükümleri indirmiştir. Resulullah (sav) hepsini bize gösterip dini kemale erdirmiştir. Bunun dışında insanın yollar araması samimi bir niyetle de olsa gereksiz ve haramdır. Resulullah (sav)’in getirdikleri ve gösterdikleri dışında insanın kendine başka yollar araması ve çıkarması dinde bidat olarak tanımlanmış, onun merdut olduğu ve dolaysı ile ondan sakınmamız emredilmiştir.

 

Ruh

 

Tasavvufun “ruh” tasavvurunu da inceleyecek olursak ona bakış açısı ve yaklaşımının da farklı olduğunu göreceğiz. Tasavvufta ruh Allah’ın bir parçasıdır ve asli yurduna dönme arzusu ile yanıp tutuşmaktadır. Vücut, ruh için bir zindan veya kafestir. Yani ruh hep iyiliği isteyen ve günahtan uzak olan bir varlık olarak tanımlanırken, nefis de tam tersi hep kötülüğü emreden bir varlık olarak tanımlanmaktadır. Vücut kafesinde saklı olan ruhu, Allah’a ulaştırmak için bedeni dövmek yani onu hep yıpratmak gerekir. Hatta nefsini doyuran ve yücelten, ruhunu yıpratıp alçaltır, ruhunu doyuran ve yükselten nefsini öldürür anlayışı vardır.

Ruh, Kur’an’da insandaki hayat veren varlık, Cebrail ve Kur’an anlamlarında kullanılmıştır. İnsandaki hayat veren ruh hakkında ise bize çok az bilgi verilmiştir:

“Sana ruhtan sorarlar. De ki; ruh Rabbimin emrindedir, size ancak az bilgi verilmiştir. (İsra, 85)

Vahdet-i vücut düşüncesini desteklemek için ruhun, Allah’ın bir parçası olduğu ve ona dönmek için yanıp tutuştuğu iddiası ile ilgili olarak şu ayetleri gösterirler;

“Sonra onu şekillendirip ruhundan ona üfleyen Allah’tır.” (Secde, 9)

“Meryem oğlu İsa Mesih, Allah’ın peygamberi, Meryem’e ulaştırdığı kelimesi ve ondan bir ruhtur.” ( Meryem, 17)

Bu ayetleri delil gösterip “O’nun ruhu, O’ndan bir ruh, Allah’a ait olmak, O’na dönmek” Allah’tan ayrılan parçaların onunla bütünleşmek için O’na döneceğini söylemektedirler. Hâlbuki ayetlerin bu anlamla hiçbir ilgisi yoktur. Evrendeki bütün varlıklar gibi insanlar da vücutları ve ruhları ile Allah’ın mülküdür.  “Abduhu ve Resuluhu” kelimeleri nasıl Allah’ın parçası olmayıp sahibi ve maliki olduğu varlıklar anlamında ise “O’nun ruhu” tamlamasında kastedilen de “Allah’ın mülkü olan ruhtan ona üfleyen Allah’tır” anlamındadır. Bu haliyle tasavvuf, inanç konusunda büyük bir sapma ile İslam akidesinden uzaklaşmaktadır. Bu durum tasavvuf önderleri tarafından savunulduğu halde onlara bağlanan ve peşinden giden Müslümanlarca, ya bu şekliyle bilinmiyor ya da orada küfür ve şirk içeren fikirlerin dışardan bakılarak anlaşılamayacağı, büyük hikmet ve gizli sırlar içerdiği onu ancak havasın (ermiş kişilerin) anlayabileceği şeklinde zan yürütülüyor.

İslam’da madde ve mana meczedilmiştir. Beden ve ruh da birbiriyle bir bütündür. İnsanın ruhu ne kadar değerliyse, vücudu da o kadar değerlidir. İnsanı yücelten bedenini veya nefsini hakir görüp yıpratması değil, Allah’ın emrettiği şekilde madden ve manen O’na yönelmesi, O’nun emrettiği şekilde yaşayıp ölmesidir. İnsanın yaptığı ibadetler de insanın bedeni ile yapılır. Mesela namaz manevi bir kazanç getiren ibadet olmasına rağmen bedenle ve her iş ister dünyevi olsun, ister uhrevi bedenle olur. Zekat maddiyatla gerçekleşen manevi kazanımı olan bir ibadettir. Hatta ticaret maddi bir iş yani dünyevi bir iş olduğu halde ve bedenle yapıldığı halde Allah’ın sınırlarına riayet edilerek yapıldığında ibadete dönüşür. Tam tersi Allah’ın sınırlarına riayet edilmeden yapılan ticarette insana günah kazandırır. Yani mesele beden ve ruhun iyi veya kötü olması veya birinin diğerine galip olması değil, maddi veya manevi yapılan her işin Allah’ın rızasına uygun olarak yapılmasıdır.

 

Dünyayı terk etmek

 

Tasavvufçular insan-ı kamil olmanın sırrını dünyayı terk etmek ve nefsin istek ve arzularına karşı koymak olarak derken, Kur’an ve Sünnet’ten şunları delil getirirler;

“Biliniz ki dünya hayatı bir oyun, bir eğlence, bir süs ve kendi aranızda övünme, mal ve evlat çoğaltma yarışından ibarettir. Bu, tıpkı bir yağmura benzer ki; bitirdiği ot, ekincilerin hoşuna gider, sonra kurur, onu sapsarı görürsün, sonra çerçöp olur. Ahirette ise çetin bir azab; Allah’tan mağfiret ve rıza vardır. Dünya hayatı, aldatıcı bir zevkten başka bir şey değildir.” (Hadid 20)

Rivayete göre; Peygamber’imiz (s.a.v) bir gün yolda yürürken bir koyun leşine rastladı, yanındakilere; “Bu koyun leşine, sahibinin önem vermediğini kabul eder misiniz?” diye sordu.

Sahâbeler: “Evet kabul ederiz, önem vermediği için onu çöpe attılar” diye cevap verdiler.

Bunun üzerine, Peygamber’imiz (s.a.v) sahabelere buyurdu ki; “Nefsimi kudreti elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, Allah katında dünya, şu koyun leşinin sahibinin gözünde olduğundan daha değersizdir. Eğer Allah katında dünya bir sivrisinek kanadı kadar değer taşısaydı, ondan kâfirlere bir içim su bile vermezdi.”

Peygamberimiz (s.a.v),yine buyuruyor ki; ”Dünya mü ‘minin zindanı ve kâfirin cennetidir.”

Başka bir hadiste, Peygamberimiz (s.a.v); “Dünya lanete uğramıştır. Allah rızası için olanlar dışında dünyadaki her şey de lanete uğramıştır.”

Evet, bu ayet ve hadisleri tasavvufçular, Rabbimizin dünyayı ve ondan faydalanmayı yasakladığı ve sadece Ahirete yönelip ibadetle meşgul olmak gerektiği ile ilgili olarak delil gösterdiler. Hâlbuki bu ayet ve hadisleri ve bunun dışındaki ayet ve hadislerle bir araya toplayıp hepsini bir bütünlük içinde değerlendirdiğimizde, Rabbimizin bize verdiği mesaj; dünyanın geçiciliği, asıl ve kalıcı olan hayatın Ahiret yurdu olduğu, Allah’ın Rab’liğini tanımadan heva ve heveslerinin esiri olan kişilerin Dünyayı Ahirete tercih etmiş oldukları, esas hedef, amaç ve tercihimizin Ahiretimizi kazanmak olması gerektiği ama dünyadan da nasiplenmek gerektiği ve yine helal bir şey bile olsa o şeyin bizi Allah’ı anmaktan, O’na kulluk etmekten alıkoymaması gerektiğidir.

“Onların anlayışta hataya düşmelerinin sebebi Hint felsefesidir. Hint felsefesi dünyadan el etek çekmeyi ve bedene azap etmeyi öngörmektedir. Bazı Müslümanlar züht ile Hint çilekeşliğini birbirine karıştırarak, dünyadan el etek çekmenin, vücuda işkence yapmanın bazı ayet ve hadislerde bahsedilen züht olduğunu sandılar. İşte bu anlayıştan tasavvufçular denilen grup ortaya çıktı. Tasavvufi düşünce böylece dünyadan alınması ve yüz çevrilmesi gereken şeyler üzerinde etki yaptı. Oysa ayet ve hadislerde geçen zühdün anlamı, dünyayı gaye edinmemek, kendisi için mal kazanılacak yüce değer haline getirmemek anlamına gelmektedir. Yoksa zühdden kasıt, güzel olan şeylerden faydalanmamak değildir. Hint felsefesinde var olan dünyadan el etek çekmek ise, İslâm düşüncesinin tam tersine gücü olduğu halde hayatın lezzetlerinden ve güzelliklerinden tamamen yüz çevirmek anlamına gelmektedir. Ki bu düşünce, İslâm’la tamamen çelişir. İşte bu hatalı düşünce; Hint felsefesinin birtakım Müslümanlar tarafından incelenip araştırılmasının uzantısı olarak onların zihinlerini bulandırmasının sonucunda ortaya çıktı.” (İslam Şahsiyeti/ Takiyyuddin En-Nebhani)

Ayrıca İslam fıtrat dinidir. İndirilen hükümler insanın hem dünyada hem Ahirette mutluluğunu hedeflemektedir. İnsan fıtratı gereği dünyaya ve onun güzelliklerine meyilli olarak yaratılmıştır. İnsandaki bu fıtri meyli yok saymak veya onu yok etmeye çalışmak mümkün olmadığı gibi, bu insana zulümdür. Aynı şekilde insanı bu fıtri meyli ile baş başa bırakmak da onu sapıklığa ve mutsuzluğa sevk eder. O yüzden Rabbimiz en güzel şekilde bu fıtri meyli nasıl doyurmamız gerektiğini, onu yok saymadan ve başıboş bırakmadan, belli bir nizama sokmuştur.

Böylece tasavvufun sahip olduğu fikirlerin İslam’a ait olmadığı apaçık ortadadır. Burada bahsetmiş olduklarımız kadar, bahsetmediğimiz başka bir sürü tasavvufa ait fikirler vardır. İlm-i ledün, rabıta, kutuplar, gavslar, şeyhlerin kerameti vb. gibi.  Bütün bunlar da İslam akide ve fikirlerine aykırı konulardır. Lakin tasavvufçular bunlara da İslam’dan deliller sunmaya çalışarak İslam’a ait kılmaya çalışmaktadırlar. İslam; arı ve duru, pak bir tevhid inancına, her şeyi ile kamil ibadet hükümlerine sahip, hükümleri açık seçik ve her insana hitap eder. Onda avam ve havas ayrımı yoktur, zahir batın ayrımı yoktur. Kur’an her şeyi beyan eden apaçık Arapça bir kitap olarak indirilmiştir. Resulullah (sav) de bizatihi tatbiki ile göstermiştir. Ve bize düşen de her şeyde Kur’an ve Sünnet’i ölçü ve rehber edinmek, onun dışında asla bir yol tutmamaktır.

Saliha Aydın

Ayrıca...

yazar

TAVİZ ATEŞTEN BİR GÖMLEKTİR / Saliha Aydın

Taviz nedir? Taviz insanın inandığı kat’ i (asla vazgeçilemeyecek) değerler ve prensiplerinden ödün vermesidir. Değerlerini …

3 yorumlar

  1. Bâyezîd-i Bistâmî:

    “Nefsimi ilâhî vuslata yolculuk yapmaya davet ettim, bu zor yolculuk hususunda nefsim direndi ve bana güçlük çıkardı. Ben de nefsin bütün dünyevî arzularını bertarâf ederek Cenâb-ı Hakk’ın huzuruna yöneldim!”

    Görüldüğü gibi Allah (cc)’ye yaklaşmak için nefsin bütün istek ve arzularını yok etmek gerektiğini söylüyor Beyazıd-ı Bistami. Bunun için tasavvufta bir lokma, bir hırka düşüncesi ile tekkelerde çilehaneler oluşturulmuş, uzlete çekilip dünyadan ve arzulardan tamamen uzaklaşıp sadece ibadetle meşgul olmak gerektiği düşüncesi ortaya çıkmıştır. Allah’a (cc) ulaşma yolunda nefis büyük bir engeldir o yüzden onun yok edilmesi gerekir.

    İslam’a bakacak olursak eğer; nefsi insanın iyiye ve kötüye yönelme meyli olarak hep sıfatlarla birlikte kullanıldığını görürüz. Yani tasavvufun bahsettiği gibi insanın içinde insandan ayrı hep kötülüğü emreden bir varlık olarak değil, insanın iyiliğe ve kötülüğe yönelme meyli, fıtratında var olan uzvi ve güdüsel ihtiyaçlarını doyurmaya arzulu bir varlık olarak insandan bahseder. Yani insan fıtrat olarak içgüdülerini ve uzvi ihtiyaçlarını doyurmak için dünyaya meyleder. Fakat bu yönelişte ihtiyaçlarını doyurması için hayır ve şer olarak iki yol vardır. Ve insan isterse bu doyurmayı şerre meyilli olan tarafıyla şerri tercih ederek yapar, isterse hayra meyilli olan tarafıyla hayrı tercih ederek yapar. Yani nefsi, insanın iyi ve kötüyü ihtiyarıyla seçme iradesi olarak tanımlarsak İslam’ın bakış açısını ortaya koymuş oluruz.

    Nefse ve onu düzgün bir biçimde şekillendirip ona kötülük duygusunu ve takvasını (kötülükten sakınma yeteneğini) ilham edene and olsun ki, nefsini arındıran kurtuluşa ermiştir. (Şems Sûresi 7,8,9)

    İslam ifrat ve tefritten uzak vasat bir dindir. Ne tamamen Allah’ın yarattığı nimetleri yasaklamış insanın ondan faydalanmasına engel olmuş ne de tamamen onu serbest bırakıp başıboş bırakmıştır. Bilakis sınırlar koymuştur. İnsanın Allah’ın yarattığı nimetlerden faydalanmasını ama bu hususta Allah’ın koyduğu sınırlara riayet ederek bunu yapmasını talep etmiştir. Bununla alakalı olarak:

    Ey iman edenler! Allah’ın size helâl kıldığı iyi ve temiz nimetleri (kendinize) haram etmeyin ve (Allah’ın koyduğu) sınırları aşmayın. Çünkü Allah, haddi aşanları sevmez. (Maide, 87)

    Ey Âdemoğulları! Her mescitte ziynetinizi takının (güzel ve temiz giyinin). Yiyin için fakat israf etmeyin. Çünkü O, israf edenleri sevmez. (Araf, 31)

    Resulullah (sav)’ın zevce-i paklerinin hane-i saadetlerine bir grup erkek gelerek Resulullah (sav)’in (evdeki) ibadetinden sordular. Kendilerine sordukları husus açıklanınca sanki bunu az bularak: “Resulullah (sav) kim, biz kimiz? Allah O’nun geçmiş ve gelecek bütün günahlarım affetmiştir (bu sebeple O’na az ibadet de yeter) dediler, içlerinden biri: “Ben artık hayatım boyunca her gece namaz kılacağım” dedi. İkincisi: “Ben de hayatımca hep oruç tutacağım, hiç bir gün terk etmeyeceğim” dedi. Üçüncüsü de: “Kadınları ebediyen terk edip, onlara hiç temas etmeyeceğim” dedi. (Bilahare durumdan haberdar olan) Peygamber (sav) onları bularak: “Sizler böyle böyle söylemişsiniz. Hâlbuki Allah’a yemin olsun Allah’tan en çok korkanınız ve yasaklarından en ziyade kaçınanınız benim. Fakat buna rağmen, bazen oruç tutar, bazen yerim; namaz kılarım, uyurum da; kadınlarla beraber de olurum (Benim sünnetim budur), kim sünnetimi beğenmezse benden değildir” diye buyurdu.

    Resulullah (sav) Osman İbnu Maz’un’u çağırtarak “Sen sünnetimi beğenmiyor musun?” diye sordu. “Hayır, ey Allah’ın Resulü dedi, kasem olsun hayır! Aksine, aradığım şey senin sünnetindir!” Resulullah (sav) bunun üzerine şöyle buyurdu: “Bil ki, ben, hem uyurum, hem namaz kılarım; oruç da tutarım, kadınlarla evlenirim de, Ey Osman, Allah’tan kork, zira ehlinin senin üzerinde hakkı var, misafirin senin üzerinde hakkı var, nefsinin senin üzerinde hakkı var. Öyle ise bazen oruç tut, bazen ye. Namaz da kıl uykunu da al.” (Ebu Davud, Salat 317 (1369))

    Abdullah İbni Abbas radıyallahu anhümâ şöyle dedi:

    Nebî sallallahu aleyhi ve sellem insanlara hitap ederken, ayakta duran bir adam gördü ve onun kim olduğunu sordu. Ashâb:

    – O, Ebu İsrâîl’dir. Güneşte durmayı, oturmamayı, gölgelenmemeyi, konuşmamayı ve sürekli oruç tutmayı adamıştır, dediler. Bunun üzerine Nebî sallallahu aleyhi ve sellem:

    – “Ona söyleyiniz! Konuşsun, gölgelensin, otursun ve orucunu tamamlasın” buyurdular.

    Rasulullah (sav) tavaf esnasında bir adamın iki kişinin yardımıyla yürü­düğünü gördü. “Bu kimdir?” diye sordu. “Bu adam yürüyerek hac etmeyi ada­mıştır”, dediler. Rasulullah şöyle buyurdu: “Şüphesiz Allah’ın bu adamın kendine eziyet etmesine ihtiyacı yoktur. Söyleyin binsin” (Buhari, Sayd, 27)

    Sahibi Allah’a yakınlaşmak ve ibadet etmek niyetiyle yapmış olsa bile, Allah’ın teşri etme­diği bir işi yapmayı yasaklamış oldu. Allah’ın teşri ettiği ve Resulullah’ın gösterdiği yoldan başka bir yol tutmak, ne suretle olursa olsun gösterdiğinden başka şekilde ibadet etmek veya Allah’a yakınlaşmaya çalışmak, İslam’ın apaçık ve dosdoğru yolundan sapmak ve başka bir yolu benimsemektir. Ta ki salih niyet ve Allah rızası için olsa da. Zaten İslam dini her şeyiyle kemale erdirilmiş bir dindir. Allahu teala bizim ona nasıl kulluk ve taatte bulunacağımızı, ona nasıl yakınlaşacağımızı indirmiş olduğu hükümleriyle ve bizatihi Resulullah (sav)’in tatbikiyle göstermiştir. Bizi uymamızı mecbur tuttuğu farz ve haram hükümleri indirdiği gibi, ona yaklaştıracak ve imanımızı kuvvetlendirecek sünnet ve nafile sayılan ibadetler ve davranışlar ve terk ettiğimizde faziletimizi yükseltecek mekruh hükümleri indirmiştir. Resulullah (sav) hepsini bize gösterip dini kemale erdirmiştir. Bunun dışında insanın yollar araması samimi bir niyetle de olsa gereksiz ve haramdır. Resulullah (sav)’in getirdikleri ve gösterdikleri dışında insanın kendine başka yollar araması ve çıkarması dinde bidat olarak tanımlanmış, onun merdut olduğu ve dolaysı ile ondan sakınmamız emredilmiştir
    https://www.youtube.com/watch?v=cF7O4M18Wrw&index=11&list=PLr342JFErS74wTAKOa6WqzcN2SMX7Hgu4

  2. Bugün “New Age Dini(Yeni Çağ Dini)”, dünyada gittikçe yaygınlaştırılan bir “lego dini”dir.
    http://namenstraat8bredahollanda.blogspot.nl/2016/04/vahdeti-vucut-felsefesi-new-age.html
    Vahdet-i vücut
    Vahdet-i vücut düşüncesini inceleyecek olursak onun İslam’ın tevhid akidesine ters düşen bir fikir olduğunu göreceğiz. Vahdet-i vücut; tek bir varlık vardır o da yaratıcı olan Allah’tır. Alem ise onun bir parçasıdır veya görüntüsüdür. Yaratıcı yaratılan ayrımı yoktur vahdet-i vücut düşüncesinde, tek bir hakikat vardır o da Hak’tır. Bununla ilgili olarak Vahdet-i vücut düşüncesinin ilk temsilcilerinden sayılan İbn-i Arabi; “Arif, hakkı (Allah’ı) her şeyde gören, belki her şeyin kendisi olarak görendir.” (Fususu’l-Hikem, Bali Şerhi, 375, İstanbul 1309 h. Kaşani Şerhi, 1/192, Tali. Dr.’ Ebu’l-A’la Afifi, Kahire 1321. “Her şeyin tarifi (haddi) aynı zamanda Hakk’ın (Allah’ın) tarifidir. Yaratıkların ve eserlerin müsemmalarında sirayet etmiştir. Gören de, görülen de odur. Alem onun suretidir. Alemin ruhu ve yöneticisi de O’dur. O büyük insandır. Fususu’l-Hikem, 16-17, Şevki Bey Matbaası. 1287)

    Görüldüğü gibi İbn-i Arabi’ye göre bariz şekilde yaratıcı ve yaratılanın ikisi de aynı şeydir hatta daha ileri giderek puta tapanın gerçekte Allah’a taptığını ama bundan gafil olduğunu söylemekte, bakınız;

    “Madem ki eşya varlığının görünümleridir, o halde put da o görünümlerden biridir. Ey aklı olan adam! İyi düşün, put varlık bakımından batıl değildir. Bil ki Allah onun yaratıcısıdır. İyiden sadır olan her şey İyidir, O makamda ne var olmuşsa, hayrın kendisidir. Onda bir şer varsa, o da başkasındandır.
    Müslüman putun ne olduğunu bilseydi, dinîn putperestlikten ibaret olduğunu an­lardı. Müşrik putun farkında olsaydı, dininde hiç dalalete düşer miydi? O, putun an­cak dış yaratılışını gördü, onun için şeriatta kafir oldu. Sen de onda gizli olan Hak’kı görmezsen, şeriatta sana da Müslüman demezler. (A. Avni Konuk, Fususu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi, 1/258)

    Bilinmektedir ki İslam’ın esası Allah’ın varlığı ve birliğine, tek hakim ve hüküm koyucu olduğuna, Hz. Muhammed sallallahu aleyhi vesellem’in yalnızca Allah’ın elçisi olduğuna inanmaktır. Allah’ın isimlerinde, sıfatlarında ve fiillerinde ona kimsenin ortak olmaması ve ibadette de yalnızca onu mabud kabul etmek ve ona ortak koşmamaktır.

    Bazı kişiler bu türden şirk ve küfür içeren sözlerin tasavvuftaki seyri suluk esnasında sekr halinde sadır olmuş sözler olduğunu, bunun ciddiye alınmaması veya iyiye yorumlanması gerektiğini söylemişlerdir. Lakin İbn-i Arabi’nin yazdığı kitaba bakacak olursak bu sözlerin ve düşünce tarzının sadece sekr halinde değil normal zamanda da savunduğunu görürüz. Eğer öyle bir durum olsaydı İbn-i Arabi bu sözlerinin sekr halinde söylenmiş olduğunu, onun ciddiye alınmaması gerektiğini açıklardı. Lakin kitapta böyle bir açıklama olmadığı gibi kitabın savunduğu ve ana konu haline gelen konuların vahdeti vücut düşüncesi etrafında şekillendiğini görüyoruz. Ayrıca varsayalım ki bu sözleri sekr halinde bir anlık söylenen sözler olsun, İslam’da Allah aşkıyla sarhoş olmak ve o esnada şirk içeren sözler söylemek cevaz verilen bir husus mudur? Allah Resulü ve sahabeler Allah aşkıyla sarhoş olup şirk sözleri söylemiş midir? Buna verilen cevap elbette hâşâ ve kellâ olacaktır. Ne Resulullah (sav) ne de sahabeler (r.anhm) hiçbir zaman şirk sözü söylememişler ve buna cevaz da vermemişlerdir. Buna ilişkin hiçbir rivayet söz konusu değildir. Bilakis Resulullah (sav) tevhid inancının korunmasında ve şirk ve onun türevlerinden çok büyük titizlikle korunmuştur. Ve tevhidin arı duru kalması için elinden geleni yapmıştır.

    Bununla ilgili olarak Peygamber efendimiz bir defasında bir hatibin şöyle konuştuğunu gördü: “Allah’a ve Resulüne itaat eden doğru yolu bulmuş olur. İkisine isyan eden ise sapıtmış olur.” Bunun üzerine Resulullah ona “Ne kötü bir hatipsin. Şöyle demelisin: Kim Allah’a ve Resulüne isyan ederse sapmış olur.” (Müslim/ Cuma/ 48) Resulullah (sav) halkın huzurunda konuşmacının sözünü keserek, Allah ve Resulünün aynı zamir içinde söylenmesinin yanlış olduğunu ve uzak bir ihtimal dahi olsa Allah ve Resulünün mertebesinin aynı olduğu şüphesinin zihinlerde uyanmasını önlemiş oluyordu.

    Bir adam Resulullah (sav)’e gelerek şöyle dedi: “Allah’ın dilediği ve senin dilediğin” Resulullah ona “Beni Allah’a eş mi yaptın? Sadece Allah’ın dilediğini söyle” buyurdu. (Buhari)

    Ebû Vakîd el Leysî (r.a.)’den edilen rivâyete göre, Rasûlullah (s.a.v.), Hayber’e çıktığında yolda müşriklerin silahlarını astıkları “Zat-ü envat” adı verilen bir ağaca uğradı. İnsanlar Ey Allah’ın Rasûlü! dediler: Onların Zat-ü Envatı olduğu gibi bize de bir “Zat-ü envat” tayin et dediler. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v.): “Subhanallah dedi. Bu söz Musa’nın kavminin Musa’ya söylediği: “…Ey Musa bize O insanların taptıkları tanrıları gibi bir tanrı yap…” (Araf: 138) sözüne benzedi. Ben canım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki: Sizler kendinizden önceki Yahudi ve Hıristiyanların yoluna mutlaka uyacaksınız.”

    Ömer (ra) Ehl-i kitaptan aldığı bir kitabı getirip Peygambere (sav)’e okuyunca çok kızdı ve şöyle dedi:

    “Ey Hattab’ın oğlu! Bu ne şaşkınlık? Nefsim elinde olan Allah’a yemin ederim ki, ben size bembeyaz, dupduru tertemiz bir hakikatle geldim. Ehl-i kitaptan bir şey sormayın. Çünkü, size söyleyecekleri bir gerçeği yalanlayabilir veya yanlış bir şeyi tasdik edebilirsiniz. Nefsim elinde olan Allah’a yemin ederim ki, eğer Musa (as) şimdi aranızda yaşamış olsaydı, bana tabi olmaktan başka bir şey yapamazdı.”

  3. Böylece tasavvufun sahip olduğu fikirlerin İslam’a ait olmadığı apaçık ortadadır. Burada bahsetmiş olduklarımız kadar, bahsetmediğimiz başka bir sürü tasavvufa ait fikirler vardır.
    ****************
    Tarikatlar ta kuruldukları günden beri hem akideleri hem de amelleri ile İslâmdan sapmış bid’at kuruluşları yani gayri İslâmî kuruluşlardır. Başka bir ifade ile tasavvuf dininin ekolleri, mezhepleridir. Tasavvuf ise”Lâ Mevcudu İlla Allah” tabiri ile ifade edilen “vahdet-i vucud” yani “varlığın tek oluşu” akidesine’yani Halik, mahluk ayrımı yapmayan eşyayı (haşa) Allah’ın parçaları olarak kabul eden bir akideye dayanan mistik bir dindir. Fakat buna rağmen bu gayri İslâmî din “İslâmın hassı” olarak, İslâma yamanmıştır. (Bu konuya ileride teferruatı ve delilleriyle deyineceğiz inşaallah.)

    İşte aslı bu olan tarikatlar ta öteden beri ümmet içinde tefrikanın unsurlarından bir unsur hem de zalim ve tağutî idarelerin emniyet sibobu durumuna gelmişlerdir. Tarikatların bu fonksiyonu bilhassa son günlerde daha da belirgin olmuştur… Bu müesseselerin başındaki şeyhler ve dalkavuk ülema ile aynı rolü oynamaktadırlar.

    Dün Allah’ın şeriatının hayattan kovulup yerine küfür nizamı olan demokrasinin ve cumhuriyetin “hakiki demokrasi ve hakiki cumhuriyet ■ İslâmdadır” lafları ile gelmesine rıza gösterip onları halka sevdirmeyi kendilerine en aziz görev bilen bu dalkavuk ülema tipleri ve şeyhler bugünde İslâmî hayatı başlatacak olan İslâm Devleti Hilâfet’in ,kurulması için çalışan) yiğit asil müslümanlârın karşısına sarık ye cübbeleri ile çıkarak; Hilâfet de nedir;* o tarihe karışmıştır. Bir daha gelmesi imkan dışıdır. İslâm’da Hilâfet değil cumhuriyet var, gibi laflarla tağutî güçlerin safında yer alarak İslâmî hayata tekrar dönüşü gerçekleştirecek olan Hilâfet Devletinin kurulması için yapılan çalışmalara köstek olmaya çalışmaktadırlar.

    Bu tip ülema ve şeyhler daha da ileri giderek; meselâ Türkiye’deki tağutî ideolojiyi kendilerine din ittihaz ediyor ve bundan da memnun olduklarını çeşitli şekillerde beyan ediyorlar. Meselâ : “Elhamdülillah, Atatürkçüyüz, lâ-ikiz.” “Atatürk bizdendir.” diyerek kıraldan kıralcı bir tavırla azılı bir atatürkçü kesiliyorlar. Dahası da var.. Hilâfet Devletinin kurulmasını isteyenleri İslâm adına karalıyorlar. Meselâ bir şeyh diyor ki: “Türkiye zaten bir İslâm ülkesidir. Bu itibarla İslâm Devleti kuracağız safsatalarının bir anlam ve önemi yoktur. Şeriat 1400 küsür sene evvel geldi . İsteyen herkes Türkiye’de de dünyanın herhangi bir yerinde de şeriata uygun bir şekilde yaşıyabilir. Buna kimsenin bir şey dediği yok ki.’.’ Aynı şeyh şunu da diyor, “Kâfir bir devlette cuma namazı kılınmaz demek nasıl abes se, Allah’ın bir lütfü olan Atatürke düşmanlık etmek de o kadar abestir.”
    http://namenstr8.blogspot.nl/2015/04/islam-devleti-hilafete-giderken_4.html

HÜSEYIN SASMAZ için bir yanıt yazın Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir