Home / News / YAZARLAR / Saliha Aydın / AKİDENİN ÖNEMİ VE HAYATA YANSIMASI / Saliha Aydın

AKİDENİN ÖNEMİ VE HAYATA YANSIMASI / Saliha Aydın

Akide; bir şeye gönülden bağlanmak, inanmak, iman, itikat. Akd kökünden gelir. Akd; düğümlemek, iki şeyin arasını birleştirmek. Yine aynı kökten gelen akit de; bağlayıcı sözleşme anlamlarına gelir sözlükte.

Istılah olarak Akide; insan, hayat, kainat ve bunların alakaları hakkında külli bir düşünüştür. Hayat görüşü ve en büyük düğümün çözülüşü.

Akidenin sözlük ve ıstılah manaları birbiri ile uyumlu halde olduğu görülüyor.

Bütün hayat sorunları, müşkilleri ve insanın sahip olduğu bütün fikirleri akidesine dayanır. İnsan akidesine göre amellerine yön verir. Bu yüzden akide çözülmesi en mühim müşkildir. Bu haliyle akideyi binayı üstünde taşıyan temele benzetsek yanılmış olmayız. Temelsiz bina olmazsa eğer, akide sahibi olmayan insan da olmaz. Her insanın bir akidesi, hayat görüşü ve hayatta değer ölçüleri vardır. Ve insan bu hayat görüşüne göre hayatına yön verir, hayatta idealleri, ulaşmayı hedeflediği amaçları, amelleri hep akidesine göre olur.

Zaten insanoğlu tarihten bu yana hep bir şeylere inanmıştır. Ben hiçbir şeye inanmıyorum diyen dahi esasta aslında bir şeye inanmıştır. Neler gördü bu yerküre kuruldu kurulalı;  beşeriyet taştan tahtadan yontulmuş putlara, ateşe, yıldızlara, hayvanlara inandı hatta insan kendi beşeriyetine ilahlık vasfını yükledi. Şu yerküre inanılmamış bir zamana tanıklık etmedi. İnsanın fıtratında vardı çünkü inanmak, bir şeylere inanmadan yaşayamazdı insan.

Bu inanma ihtiyacının adı dindarlık (tapınma) içgüdüsüdür. İnsanı inanmaya zorlayan şey de dindarlık içgüdüsüdür. Bu içgüdünün varlığının sebebi de insanın her şeye güç yetiremeyen bir varlık olması yani aciz olmasıdır. İnsanoğlu acizdir, her şeye gücü yetmez. Gücünün yetebileceği bir sınırı vardır. İnsan hayatta yaşarken hoşuna giden veya gitmeyen birçok durumla karşılaşır ve bunların üstesinden gelemez. İnsana hastalıklar, sakatlanmalar, kazalar ölümler gelir elinde olmadan. Ne kadar bunlardan kaçmak istese de kaçamaz, bu durumlar onu hatta hiç ummadığı anlarda yakalar. İşte böyle durumlarda insan üstesinden gelemediği için kendisinden daha fazla güce sahip olduğuna inandığı veya sahip olduğu güçle kendisine yardım edebileceğine inandığı bir varlığa sığınmak, medet ummak ve onu takdis edip yüceltmek ihtiyacı duyar. İşte bu durum onu inanmaya sevk eder. Bu fıtri özelliğini insan ne yaparsa yapsın yok edemez. Nasıl ki insan yeme içme ve uyuma özelliğini yok edemezse, bu özelliğini de yok edemez. Yok edebilmesi için aciz olmaması gerekir. O zaman şöyle bir sonuca varıyoruz ki; ben hiçbir şeye inanmıyorum, ben ateistim diyen insan fıtratıyla çelişmiştir. Yani fıtratında doğal olarak var olan bir şeyi inkar etmiştir. Dolayısıyla şunu diyebiliriz; aslı materyalist düşünceye dayanan komünizm (ki her türlü inanç sistemlerini insanlığı gelişmekten alıkoyan bir afyon olarak görürler) fıtrata aykırı bir ideolojidir.  İnsan ne yaparsa yapsın tabiatıyla bütünleşmiş kendi acziyetinden doğan dindarlık içgüdüsünü yok edemez. Öyleyse doğru olan hakikat şudur ki; insan inanmadan yaşayamaz ve inanmalıdır. Bu insanda fitri bir özelliktir.

İnsanı inanmaya sevkeden bu fıtri özelliği ile birlikte bir de sahip olduğu şey aklıdır. Ki bu akıl insanı kâinattaki tüm varlıklardan ayıran en önemli keyfiyetidir. Akıl eylemi madde veya vakanın (olay) duyu organlarıyla birlikte beyne taşınmasıyla, insanın daha önceden o madde veya vaka hakkında sahip olduğu önbilgilerle ilişkilendirilip o şey hakkında yargıya varılmasıyla gerçekleşir. Gerçi her insan inanırken aklını kullanmak suretiyle inanmaz. Kimileri sırf dindarlık içgüdüsünü doyurmak amaçlı içgüdüsel bir hissiyatla inanır. Bu inanca sahip olanlar inançta aklı esas almayıp, hislerini esas alanlardır. Ve bu gruba giren insanların akla aykırı olarak puta, ateşe, ineğe vs. birtakım şeylere iman ettiklerini görürüz. Kimileri de inançta maddeyi esas alırlar. Bu gruba dahil olanlarda materyalist felsefe temeline dayalı komünizm akidesidir. Hâlbuki doğru olan ne maddenin ne de hislerin esas alınması değil, aklın inançta esas alınmasıdır. İnsan aklına uygun olan, aklın kanaat getirdiği akide (inanç) doğru olandır.

Sırf dindarlık (tapınma) içgüdüsünü doyurmak amaçlı insanın hisleriyle ulaştığı akide (inanç), insanı çoğu zaman doğruya ulaştırmaz. Çünkü bu iman şekli taklitle ulaşılmış imandır. Hissi imanda insan çevresindekilere uyar, onlar; puta taparsa puta, ateşe taparsa ateşe, Allah’a taparsa Allah’a tapar. Görüldüğü gibi bu iman şekline Müslümanlar da sahip olabiliyor. Buna taklidi iman da denebilir ki bir diğer adıyla kocakarı imanıdır. Taklidi imanda kişi inandığı şeyin doğruluğunu, yanlışlığını, realitesini veya farazi (hayal ürünü) olup olmadığını düşünmeden, tetkik edip tefekkür etmeden inanır. Ona inanan sırf etrafında ki insanlar inandığı için inanır. Ve buradan çıkan sonuç şudur ki insanın hisleriyle ulaştığı iman yanlış ve tutarsız bir yolla ulaşılmış imandır.

İmanda maddeyi esas almakta hatalı ve objektiflikten uzak subjektif bir düşüncedir. Allah’ın varlığını baştan inkâr ederek oluşturulan bir öngörüdür. Komünistler her şeyin maddeden ibaret olduğunu söyleyerek manayı (maneviyat) inkar ederler. Onlara göre akıl bile maddenin beyne yansımasıdır. Hâlbuki insan doğru akideyi bulmak ve ona inanmak istiyorsa objektif olmalı, madde veya manayı (maneviyat) esas kabul etmeden önyargılardan arınmış bir şekilde aklı kullanarak iman yolunu bulmalıdır. Mesele sadece inanmaksa eğer, insan hisleriyle veya önyargılarıyla inanabilir. Ama mesele eğer doğru olana inanmak ise bunun yolu kapsamlı ve aydın bir düşünceyle inceden inceye tetkik ederek aklı kullanmaktır.

Ve İslam delil ve ispattan yoksun olan vicdani (hissi) imanı taklidi iman olarak vasfetmiş, inançta taklidi nehyetmiş onu atalarının dininden dönmeyen müşriklerin tavrı olduğunu belirtmiştir. Bununla ilgili olarak Allah’u Teala;

“Ve onlara: “Allah’ın indirdiği şeye tâbî olun!” denildiğinde; “Hayır! Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye (yola) tâbî oluruz.” dediler. Ve eğer, onların ataları hiçbir şeyi akıl etmiyor ve hidayete ermemiş olsalar bile mi?” (Bakara 170)

Ayrıca zanna uymayı da yasaklamış kafir ve müşriklerin ancak zanna uyduklarını delile dayalı bir inanca sahip olmadıklarını belirtmiştir.

“Ve yeryüzünde bulunanların çoğuna itaat edersen, seni Allah’ın yolundan saptırırlar. Onlar, ancak zanna tâbî olurlar. Ve onlar, ancak yalan uydururlar.” (Enam 116)

Tahkiki iman; akıl, delil ve tetkike dayalı tefekkürî bir imandır. Tahkiki imana sahip kişi düşünen, tefekkür eden kişidir. Tahkiki imana sahip kişi en büyük düğümü çözmüş demektir. En doğru ve sağlam iman İslamın bizden istediği iman şeklidir. Akıl ve delille iman etmeyi, insana, hayata ve kâinata bakarak hakikatleri görmeyi emreden bazı ayetler;

“Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün birbiri peşinden gelmesinde, insanlara fayda veren şeylerle yüklü olarak denizde yüzüp giden gemilerde, Allah’ın gökten indirip de ölü haldeki toprağı canlandırdığı suda, yeryüzünde her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgarları ve yer ile gök arasında emre hazır bekleyen bulutları yönlendirmesinde düşünen bir toplum için (Allah’ın varlığını ve birliğini ispatlayan) birçok deliller vardır.” ( Bakara 164)

“Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde selim akıl sahipleri (derin kavrayış,sağduyu) için elbette ibretler vardır.” (Ali imran 190)

“Onun için insan neden yaratıldığına bir baksın. Atılan bir sudan yaratıldı. O su, erkeğin sulbü ile kadının göğüs kemikleri arasından çıkar.”(Târık, 86/5-7)

“Bakmıyorlar mı o deveye; nasıl yaratıldı? Göğe, nasıl yükseltildi? Dağlara; nasıl oturtulup-kuruldu? Yere; nasıl yayılıp-döşendi? Artık sen, öğüt verip -hatırlat. Sen, yalnızca öğüt verici bir hatırlatıcısın.” (Gaşiye Suresi, 17-21)

Akidenin doğru ve sağlam bir fikre dayanması ve soruların derin ve aydın (kapsamlı) şekilde cevaplandırılması, insanın akidesine bağlanma gücünü belirler. Yani sorular ne kadar tatmin edici cevaplandırılırsa insan o surette akidesine göre amellerine yön verir ve bağlanır. Bu durum imanın mefhumlaşmasıdır ki; bu, insanı harekete mecbur kılan imandır. İman insanda mefhum haline geldiğinde, insan kendisini imanın gereklerini yerine getirmek zorunda hisseder.

Bazen insanın akidesi doğru ve sağlam fikre dayanmaz. Lakin insan onun doğru olduğuna inanır ve akidesine bağlanır. Öyle ki insan o yanlış akidesi uğruna yaşar ve ölür hale gelir. Bu kişinin yanlış metotlarla akideye ulaşması ama yanlışta olsa akidesinin doğru olduğu zannından ileri gelir.

Bugün dünya üzerinde iki milyara yakın Müslüman yaşadığı halde, inanan ama yaşamayan yığınların olduğunu görüyoruz. Bir çok Müslüman en doğru ve sağlam akideye  sahip olan İslam dinini seçtiği halde inancının gereklerini yerine getirmiyor veya bir kısmını yerine getiriyor. Şunu kesin olarak söyleyebiliriz ki, bunun en büyük sebebi Müslümanların çoğunun taklidi imana sahip olmasından kaynaklanmaktadır. Çünkü normal şartlarda insan kesin bilgiyle, delile dayalı idrakle inandığı şeyi yapar, yani o inanç onu gayri ihtiyari harekete geçirir. Eğer inandığı hayat görüşü insanı harekete geçirmiyorsa; ya inancı netlik kazanmamış, zanna dayanan bir inançtır ya kişinin kendi akli idrakiyle değil toplulukların veya fertlerin peşinden sürüklenmesiyle, yani hissi idrakle akideye ulaşması sebebiyledir.  Buna şöyle bir örnek verebiliriz; insan kesin bir bilgi ve ispata sahip olduğu şeyi normal gündelik hayatında da fiiliyata döker. Mesela bir su bardağı içerisinde zehir olduğu bilgisine sahip olan bir insan asla o suyu içmez. Birincisi; suda zehir olduğuna dair kesin bilgi, ikincisi; zehrin öldürücü olduğuna dair inanç.. işte insanın sahip olduğu kesin bilgi ve inancı, insanı o fiili işlemekten alıkoyar. Ama eğer kişi suyun içerisinde zehir olduğu bilgisine sahip değil veya zehrin öldürücü olduğu inancına sahip değilse veya şüphe varsa o suyu içmesi muhtemeldir. Demek ki insanı bir şeye harekete mecbur kılan veya yapmamaya iten şey sahip olduğu kesin bilgi ve inancıdır. Öyleyse her Müslüman inancını sağlam temeller üzerine oturtmalı, zanla değil kat’ilikle Allah’a iman etmeli, taklitçilikten kaçınmalıdır.

Tahkiki iman en doğru iman şekli olsa da, o imanı güçlü ve diri tutmak içinde beslemek gerekir. Yani kesin bilgi ve inançla ulaştığımız iman, doğal olarak yerinde duramaz, hareket ister ama insan, insan olması hasebiyle iyilik ve kötülük işlemeye meyillidir. Yani tahkiki iman insanda kötü meyli yok etmez bilakis o onda ölünceye kadar kalır. İnsanın kötülüğe meyletmemesi içinse imanını taat ve ibadetlerle beslemesi gerekir her daim. İman bir ağaca benzer. Ağaç ne kadar çok verimli toprakla, temiz su ve hava ile beslenirse o kadar güçlü olur ve meyve verir. İman hoş bir ağaç ise, taat ve ibadetler de; toprak, su ve güneş gibidir. İmanı ne kadar çok taat ve ibadetle beslersek o kadar sağlam ve güçlü, ne kadar ihmal edersek o kadar zayıf ve kuvvetsiz olur.

Buna binaen iman ve amel birbirine bağlıdır. İman ne kadar güçlü olursa, amel de o doğrultuda güçlü olur. İman zayıflarsa amel de zayıflar. İmanın ne kadar mühim olduğu ve hayatı temelden kapsayan bir hakikat olduğu ortaya çıkıyor. Öyleyse güçlü bir akide ancak tahkiki imanla, akıl yoluyla oluşturulmuş bir imandır.Ve bu akide ancak insanda hayatına yön veren, hayatında kalkınmayı gerçekleştirecek güçlü bir şahsiyet ortaya koyabilir.

Saliha Aydın

Ayrıca...

yazar

TAVİZ ATEŞTEN BİR GÖMLEKTİR / Saliha Aydın

Taviz nedir? Taviz insanın inandığı kat’ i (asla vazgeçilemeyecek) değerler ve prensiplerinden ödün vermesidir. Değerlerini …

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir