Home / News / HABER / YORUM-İKTİBAS / Haçlı-Hilal Savaşının Galibi Kim?

Haçlı-Hilal Savaşının Galibi Kim?

16 Nisan Anayasa referandumunda EVET’e çağıranların da HAYIR’a çağıranların da tek bir hedefi vardı.

Kazanmak, kazanmak, kazanmak…

Ortada fiilî bir savaş yoktu ama mücadele adeta savaşı andıran hırs, hiddet ve şiddet ile yürüdü. Haç mı kazanacaktı yoksa hilal mi? EVET çıkarsa Hilal, HAYIR çıkarsa Haç…

16 Nisan akşamı olduğunda ve sonuçlar gayri resmî açıklandığında bir de baktık ne görelim DEMOKRASİ kazanmış. O da kim nereden çıktı demedik, hiç de şaşırmadık, zira daha önce de yaşamıştık aynı tecrübeyi. Her zamanki gibi zafer demokrasisinin olmuştu.

Velhasıl ortada ne hak-batıl mücadelesi ne de haçlı-hilal savaşı vardı. İslâm referandumda bu göstermelik savaşın bir tarafı değildi ama Müslümanlara öyle gösterildi. Esasen bu savaşta hem EVET’e çağıranlar hem de HAYIR’a çağıranlar bilerek ya da bilmeyerek demokrasinin süvarisi oldular.

Ben söylemiyorum bunu Cumhurbaşkanı Erdoğan söylüyor. Cumhurbaşkanlığı sözcüsü İbrahim Kalın İngiltere’de yayınlanan The Guardian Gazetesi için bir makale kaleme aldı ve referandum sonuçları için “Erdoğan haklı, Referandum bir demokrasi zaferidir.” dedi.

Daha önceki seçimlere kıyasla bu referandumda katılım oranının %85 gibi rekor seviyeye yükselmesi Türkiye ve Batı açısından önem arz ediyordu. Onun için Kalın’ın makalesinde şu ifadeler, öylesine söylenmiş sözler değildi: “Anayasa geleneği 19. yüzyılın ortalarına dayanan Türkiye, daha güçlü bir demokrasiye doğru dev bir adım attı. Milyonlarca Türk, ülkenin geleceğini nesiller boyunca garanti altına alacak bir reform için oy kullandı.”

Sadece Erdoğan ve sözcüsünün değil, diğer tüm partilerin hep bir ağızdan “Demokrasi kazandı.” şeklinde açıklama yapması da manidar öyle değil mi?

EVET’e Çağıranlar da HAYIR’a Çağıranlarda İstismarcı

Neden mi?

HAYIR tarafını destekleyen CHP, HDP ve diğer sol partiler, meseleyi bir ölüm-kalım savaşı gibi projelendirdiler ve parlamenter sistemin ortadan kaldırılmasının kendilerinin sonu olarak gördüler. Doğru mu doğru, EVET’in çıkması demek 100 yıllık kurulu düzen olan İngilizci parlamenter sistemin çökmesi demek.

Gerçek, İngilizci sistemin tamamen çökmesi ve yok olup gitmesi tehlikesiydi ama onlar öyle demediler, EVET çıkarsa “Erdoğan tek adam/diktatör olacak.”, “Demokrasi elden gidiyor.”, “Cumhuriyet rejimi elden gidiyor.” dediler. Böylece Erdoğan’a karşı oluşan-oluşturulan tüm muhalif kesimi HAYIR’da toplayabildiler. 16 Nisan akşamı bir de gördük ki ne Erdoğan diktatör olmuş, ne demokrasi elden gitmiş, ne de Cumhuriyet rejimi değişmiş.

Erdoğan’ın referandumdan iki gün sonra 18 Nisan’da CNN International’a verdiği röportajda referanduma ilişkin söyledikleri yukarıdaki düşüncemi teyit ediyor: “Bu Erdoğan’a ait bir sistem değildir. Ben bir faniyim, her an ölebilirim. Her an ölmeye mahkûm olan bir insan için böyle bir sistem hazırlanabilir mi?”

Gelelim EVET cephesini oluşturan AK Parti, MHP ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’a… Bu cephe propagandasını artı-eksi, hak-batıl gibi söylemini net çizgiler ile kutuplaştırdı. HAYIR cephesini küresel şer odaklarının desteklediğini söylediler. HAYIR’a destek verenlerin Türkiye düşmanı olduğunu söylediler.

“Referandumda HAYIR çıkarsa Batı kazanacak, Avrupa kazanacak hatta haçlılar kazanacak. Ama eğer EVET çıkarsa Müslümanlar, İslâm âlemi ve İslâm’ın Hilali kazanacak.” dediler. 1 Kasım 2015 milletvekili seçimlerinde de aynen şöyle demişlerdi: “Biz değil onlar kazanırsa Filistin kaybeder, Suriye kaybeder, tüm İslâm dünyası kaybeder.” Sonuçta seçimleri AK Parti ve Erdoğan kazandı lakin Filistin ve Suriye yine kaybetti. Filistin davasını yüzüstü bıraktıklarını, Mavi Marmara davasına ihanet ettiklerini gizlemediler ama Suriye’deki büyük ihaneti hâlâ gizlemeye çalışıyorlar.

16 Nisan referandumunda çıtayı öyle büyüktüler ki, vaatleri öyle bol kepçeden dağıttılar ki, 17 Nisan sabahı başka bir Türkiye’ye uyanılacakmış gibi Müslümanları yalan ve boş sözlerle kandırdılar. Daha düne kadar Hilâfet’in ikamesi için “Hayal, boş bir avuntu.”, “Hayali bırakın real politikaya bakın.” diyenler, “İşiniz gücünüz Hilâfet.” diyerek kendilerinin çok çok mühim işler yaptıklarını ima edenler, 16 Nisan sürecinde Hilâfet demeye başladılar. Öyle ki, belirli kişiler üzerinden başkanlık sisteminden sonra Erdoğan’ın İslâm şeriatını getireceği, nihai hedefin Hilâfet olduğu şayiası halk arasında yayıldı. Hem Türkiye’den hem de Arap beldelerden bazı İslâmi hareket ve cemaatleri, bazı âlim ve kanaat önderlerini bu motivasyonda tutarak böylece halkı yalanlarına inandırabildiler.

Peki, sonra ne oldu?

Ne olduğunu 16 Nisan akşamı sonuçlar açıklandığında TV ekranlarını süsleyen son dakika açıklamalarında gördük: “Bu seçimin kaybedeni yok, kazanan Türkiye oldu.”, “Demokrasi kazandı.”, “Tercihini yapan, demokrasimize sahip çıkan bütün vatandaşlarımıza teşekkür ediyoruz.”, “Bu demokrasinin zaferidir.”

Dediğim gibi esasen ne “hak-batıl” savaşı vardı, ne de “haçlı-hilal” savaşı… Mesele sadece Batılı haçlıların Türkiye üzerindeki çıkar kavgalarında onlara ram olmuş, onlarla işbirliği yapmış ve sömürge nüfuz mücadelesinde bir taraf belirlemiş olanların iktidar hesabıydı. En başından beri bizim gördüğümüz bu hesabı genel olarak Müslümanlar, İslâmi grup ve cemaatler görmedi/göremedi. Fakat hâlâ görememiş olmaları da biraz endişe verici doğrusu.

Bu süreçte İslâm’ın istismar edilmesi ile Müslümanları uyutma ve kandırma siyaseti öyle tesirli oldu ki Suriye’deki bazı selef İslâmi gruplar 16 Nisan’dan sonra Erdoğan ve AK Parti’yi tebrik edip kutladılar. Bazı grup sözcüleri ve şer’î âlimler ise 16 Nisan referandum sonuçlarında elde edilen “zafere” sevindiler. Konu ile ilgili sadece bir hatırlatma yaparak yetinmek istiyorum. Daha iki gün önce Cumhurbaşkanı Erdoğan TÜMSİAD’ın İstanbul’daki bir toplantısında aynen şu açıklamalarda bulundu: “Koskoca Amerika, bu kadar koalisyon güçleri ve Türkiye, biz ele ele verelim Rakka’yı DEAŞ’a mezar ederiz.” ABD’nin IŞİD ile mücadelesinin sahte olduğunu ve onun asıl düşmanının Suriye’deki muhlis gruplar olduğunu biliyoruz. O hâlde Erdoğan’ın bu açıklamalarına da tarafınızdan bir tashih ve tembih gerekiyor diye düşünüyorum.

“İslâmcılık” Projesinin Başarısızlığı 

16 Nisan referandumu öncesi ve sonrası “İslâmcılık” projesi malum Müslümanların gündeminde… Peki ya, AK Parti ve Erdoğan’ın ajandasında böyle bir gündem var mı?

Ben “İslâmcılık” projesinin kavramsal detaylarına, tarihi seyrine vb. girmeyeceğim. “İslâmcılığın”  bir ideoloji/fikir olup olmadığı konusu değerli yazarlarımızın ele alacağı kendine has başka önemli bir konu… Ancak ben AK Parti ve Erdoğan’dan İslâmcılık bekleyenlere aşağıdaki linkten videoyu izlemelerini tavsiye ediyorum.

Video: https://youtu.be/m2Kwy0PqUz4?t=1

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Arap ülkelerinden sorumlu müsteşarı Ömer Faruk Korkmaz bir Arap televizyonuna konuşuyor ve şöyle diyor: “Türkiye’nin çıkarlarına yardım eden, hizmet eden Arap kardeşlerimizin, AK Parti’nin politikalarını aşmamalarını temenni ederim. Bazı Arap kardeşlerimiz nezdinde, Türkiye’nin hacmini çok çok aşan bazı söylemler, sloganlar var. Dolayısıyla bu, bazı Batılı dostların Türkiye’den gereğinden fazla korkmalarına neden oluyor.”

Demek ki Batılıların dost Türkiye’den korkmalarına neden olan şey AK Parti ya da Erdoğan’ın politikaları değil. Bilakis Batı’yı asıl düşündüren şey, Arap dünyasındaki Müslümanların Erdoğan’dan beklentileridir. Yani korkunun sebebi Erdoğan değil Müslümanlar. Gerçekten bu açıklama Sayın Korkmaz tarafından yapılan çok çok önemli bir tespittir.

Ömer Faruk Korkmaz konuşmasının devamında “Türkiye nihayetinde bir ulus devlet, demokratik bir ülke ve demokratik kalacak. İnsani standartları, uluslararası standartları vs. aşmayacak. Bu nedenle kimi kesimler, belki küçüktür ama bazı sloganlar atıyorlar, Türkiye şöyleydi, böyleydi diye. Bu ürkütücü oluyor. Aslında bu kesimlerin çağrıda bulunduğu proje (İslâmcılık projesi olsa gerek) başarısızlığa uğradı ve ülkelerindeki demokratikleşme projesini de başarısızlığa uğrattı. Şu anda da Türkiye’deki demokratikleşme projesini başarısızlığa uğratmalarını istemeyiz.” diyor.

Korkmaz’ın bu ifadelerde Arap kardeşlerimizin çağrıda bulunduğu, başarısızlığa uğradığı ve demokratikleşme projesini de başarısızlığa uğrattığı projeden de kısaca bahsetmek istiyorum. Zannımca bu proje “İslâmcılık” projesidir. Sanırım burada Sayın müsteşar projeyi başarısızlığa uğratanlar olarak da İhvanı Müslimin hareketini kastetmiş olabilir. Eğer öyleyse, bugüne kadar Erdoğan ve AK Parti’nin Mısır’daki darbe sürecinde İhvan ve Mursi’ye verdiği desteğin gerçekliği tartışılır olur. Zira Cumhurbaşkanı’nın Arap beldelerden sorumlu müsteşarı “İslâmcılık” projesi ile yönetime gelen ve sonra “beceremeyince” başarısız olan ve darbe ile indirilen İhvan hareketini kastediyor olabilir.

Ben de soruyorum; demokratikleşme projesini başarısızlığa uğratan faktör Mursi’nin yani İhvan’ın politikaları mı yoksa Amerika destekli darbe mi? Eğer başarısızlığın faturası “İslâmcılık” yani İhvan’ın yanlış politikası ise Mavi Marmara hadisesinde “İsrail” ile oluşturulan politik uzlaşma-anlaşma önümüzdeki süreçte de Mısır ile olabilir. Yani bu önümüzdeki süreçte “Bana mı sorup Rabia meydanına halkı çağırdılar.” sözü ile karşı karşıya kalabiliriz.

Son olarak önemli bir noktaya daha temas etmekte fayda görüyorum; 16 Nisan referandum sonuçları birbirine yakın çıkınca Türkiye’de siyasetin daha uzlaşmacı bir dil kullanacağına dair beklenti ve yorumlar arttı. Yine “İslâmcılık” ile ilgili yazılanlar ve konuşulanlar da AK Parti ve Erdoğan’ın artık bu süreçten sonra kendisinden İslâmcı siyaset bekleyenlere çok dönüp bakmayacağını gösterdi. Durum böyle olunca da İslâmi kesim devlet ve siyaset ile ilişkisini sürdürebilmek için yeni bir kavram, dil, üslup ve yönteme ihtiyaç duyacak. “İslâmcılık” bittiğine göre, “İslâmcılık”tan gelme ama aynı zamanda demokrasi ile bütünleşmiş onu gerçekten özümseyebilmiş bir model arayışı ortaya çıkacak. İşte belki önümüzdeki süreçte Tunus örnekliği üzerinden bir Raşid Gannuşi portresi ön plana çıkabilir.

Zira Raşid Gannuşi Mısır İhvanı’nın yaptığını değil uzlaşmayı seçerek İslâmcılıktan demokrasiye geçişi sağladı. Yani İhvan gibi demokratikleşme projesini başarısızlığa uğratmadı. Bir yıl önce Nahda Partisi’nin kongresinde “İslâmcılık”tan Müslüman demokratlığa geçişin sağlandığını söyledi ve şöyle dedi: “Müslüman demokrasisine girmek için siyasi İslâm’dan çıkıyoruz. Artık siyasi İslâm’ı temsil iddiasında olmayan Müslüman demokratlarız.”

Diyeceğim o ki, ne “İslâmcılık” ne de “Müslüman demokratlık”… Öze ve köke dönmemiz lazım. İslâm bir din, bir fikir ve bir ideoloji olarak bize yeter. Kıralım reel politikanın zincirlerini ve hür olalım.

İşte orada zafer bizi bekliyor…

Ayrıca...

Rapor: Suriye Zindanlarındaki Tutsak Kadınlar

Savaşın insan hayatını ve tabiatı tehdit eden doğası, ölümlere, sakatlanmalara, büyük göç hareketlerine, kısacası toplumun …

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir