Soru:
Rusya’nın St. Petersburg kentinde yapılan G20 zirvesi 06.09.2013 Cuma günü sonuç bildirgesinin kabulü ile sona erdi. 06.09.2013 tarihinde Reuters ajansı yetkililerden “Dünya ekonomisi iyileştiğini…” bildirdi. Ajanslar, G20 zirvesi sonuç bildirgesinin hazırlanışına katılan Rus Maliye Bakanlığı Mali Yönetimi Direktörü Andrei Bokariv’in “En zor ve en uzun tartışmalar dünya ekonomisinin durumu değerlendirmek ile ilgili olmuştur.” sözünü naklettiler. Ayrıca son veriler de bu iyileşmenin olduğunu gösteriyor. AB düşük boyutta olsa da ekonomisinin büyümeye başladığını yayınladı. ABD ise 2013 yılında ekonomisinin %1 büyüdüğünü belirtti. Çin de bu yıl Temmuz 2013 yılına kadar ekonomisinin %7 oranında büyüdüğünü söyledi.
Gerçekten dünya ekonomisi iyileşti mi? Böylece 2007 yılında Amerika’da başlayan ve altı yıldan fazla süren ekonomik kriz azaldı mı? Eğer ekonomi iyileşmemiş ise o zaman bu veri ve rakamlar niye yayınlandı? Bunun açıklanmasını rica ediyorum, teşekkürler.
Cevap:
ABD, AB ve Çin gibi ekonomik açıdan dünyada en belirgin devletlerin ekonomik gerçeklerine bir göz atalım. Çünkü bu üç ülkenin ekonomisi, küresel ekonominin% 50’den fazlasını oluşturmaktadır. Ekonomik kriz ABD ve AB tarafından benimsenen kapitalist sistemle yakından ilişkilidir. Bu nedenle bu ikisi krizdeki en etkili aktördür. Çin’in ise biraz sonra da açıklayacağımız gibi kriz üretme veya üstesinden gelmedeki rolü, reaksiyoner roldür. Bildiğiniz gibi tek başına ABD ekonomisi, Çin, Japonya ve Almanya ekonomileri ile at başı gidiyor. Bu devletler, ABD ekonomisinden sonra dünyada üç büyük ekonomik güç olarak kabul edilir. 2012 yılında ABD ekonomisinin toplam büyüklüğü 15,7 trilyon dolardır. Bu, küresel ekonominin toplam büyüklüğünün %22’e tekabül etmektedir. Çin ekonomisinin toplam büyüklüğü ise 8,2 trilyon dolardır. Japon ve Alman ekonomisi ise Dünya Bankası ve Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü verilerine göre sırasıyla 5,9 ve 3,4 trilyon dolardır. Bu büyük boyuttaki ABD ekonomisi nedeniyle Amerika’daki Mortgage piyasasının çökmesinden kaynaklanan Amerikan ekonomik krizi dünyaya yayıldı. Bu yüzden işte küresel ekonomiye etki eden bu üç en etkili devletin ekonomisi üzerinde odaklaşacağız. Çünkü iyileşmenin olup olmadığı gerçeğine ışık tutan temel faktörler: İşsizlik oranı, iç borç, sosyal harcamalar ve belediyeler gibi hizmet birimleri ve daha sonra da hükümet borçlanmalarıdır. Bu üç unsur, işgücü ve para piyasasının ayrıca resmi ve özel projelerin hareketliliğini gösterir. Bu nedenle araştırmada bunlar üzerinde durulacaktır. Sonra buradan hareketle de küresel ekonomi de iyileşmenin olup olmadığı gerçeğini açıklayacağız.
Birincisi: Amerika Birleşik Devletleri:
1- İşsizlik oranı: Merkez Bankası, sıfıra yaklaşması için 2008 yılından bu yana kredi faiz oranlarını bilinçli olarak düşürdü. O zamandan bu yana Merkez bankası, üç trilyon dolara ulaşması için tahvil alım programı ile üç kez bilançosunu artırdı. Son toplantısında ise varlık alım programını aylık 85 milyar dolarda sabit tutmuştur. Bütün bunları uzun vadeli borçlanma maliyetlerini düşürmek amacı ile yaptı. Buradan hareketle de işgücü piyasasını canlandırmak için girişimcilere kredi olanağını kolaylaştırmak istemiştir. Bununla beraber işsizlik oranı sürekli yükseldi, nihayet geçen ay %7,9 orana ulaştı. Bu oran 5 yıl önceki %8,9 oranından pek farklı değildir. Hâlbuki Amerika Birleşik Devletleri teşvik kanununu onaylamıştır. Yani hisselerini satın alarak şirketlere para pompaladı. Uygulamaya 2009 yılında başladı. Ancak ekonomi iyileşmiş değil, işsizlik oranı çok da fazla düşmedi. Bu da krizin derin ve devam ettiğini ve ekonominin iyileşmediğini gösterir.
2- Hizmet -belediyeler- sektörlerindeki borçlar: 11.08.2013 tarihli Arapça Sky News gazetesi “ABD şehir ve belediyelerde borç yükü, ödeme yetersizliği nedeniyle iki yıl içinde 41 kentin iflasına yol açtığını” bildirdi. Bu demektir ki birçok Amerikan şehirleri bugüne kadar küresel finansal krizin bıraktığı etkilerin aşılmasında başarılı olamadı. Detroit neredeyse 18 milyar dolar tutarındaki borçlarını ödeyemediği için geçen Temmuz ayında resmi olarak iflasını istedi. Bunun ardından Amerikan şehirleri üzerinde iflas karabulutları dolaşmaya başladı. İflas ilan etmek, belediye ve şehirleri kreditörlerden kurtarmak için son çaredir. Diğer bir deyişle iflas, gerçeklerden kaçmak ve en kolay çözüme sığınmaktır. Amerikan İflas Enstitüsü verilerine göre “2007 ve 2011 yılları arasında Amerikan şehir ve belediyelerin yılda 8 oranında artışla 40 iflas vakasıyla karşılaştıklarını”bildirdi. Bu rapor gösteriyor ki 2011 ile 2013 arasında son iki yıl içinde iflas eden şehirler, krizin tırmandığı anın öncesinden ve hemen sonrasından çok daha fazladır. Dolayısıyla ABD ekonomisinin iyileştiğini söylemek şüpheleri beraberinde uyandırmaktadır.
3- Hükümet borçları: ABD Hazine Bakanı Jack Lew 26.08.2013 tarihinde Kongre’ye gönderdiği bir mektubunda “Hükümetin borçlarını ödeme yetersizliğini önlemek için geçen Mayıs ayında alınan olağanüstü önlemlerin Ekim ayı ortalarında sona erecek olmasından” uyardı. Ve Kongre’ye “Hükümete borçlanma hakkı veren yasanın uzatılması çağrısında” bulundu. [el-Kudus 27.08.2013] ABD Hazine Bakanı Jack Lew Kongre’ye gönderdiği mektubunda “Şuan 16,7 trilyon olan borçlanma limiti eğer artırılmazsa ABD hükümetinin 15 Ekim’den sonra yükümlülüklerini yerine getirmek için gerekli kaynakları kaybedecektir.” meselesine dikkat çekerek “Mevcut borç tavanının devamı halinde finansal piyasaların işleyişinde arızalar ortaya çıkabilir ve ekonomi çökebilir.” uyarısında bulundu. Devamla “Kongrenin görevi, Amerika Birleşik Devletleri’ne olan güveni korumaktır. Çünkü borç tavanını yükseltme yetkilerine sahip başka bir güç yoktur” dedi. [Russia Today 28.08.2013] Yani ABD’nin borcu, azami limit olan 16,7 trilyon dolara ulaşmakla birlikte yükümlülüklerini karşılamak için borç tavan artışı talep etmektedir.
Amerika’nın konumu budur. Borç limiti, gerçekten çok yüksek, masraflarını ödemek, açığı kapatmak ve ekonomik çöküşü önlemek için borç tavan artışına başvurmaktadır. Bu resim, ABD ekonomik durumunun iyileştiğini ve krizden çıkmış olduğunu göstermez.
İkincisi: Avrupa Birliği:
1- İşsizlik oranı: IMF başkanı Christine Lagarde “İspanya’da işsizlik oranının % 27 olduğunu ve Yunanistan’daki işsizlik oranı da aynı seviyelerde seyrettiğini” açıkladı. [Euro News 26,4. 2013] Lagarde 3.5.2013 tarihinde ise “17 ülkeyi içeren Euro bölgesindeki işsizlik oranının 2013 sırasında ortalama %12,2 ulaşma beklentisi içerisinde olduklarını ve bu oranın 2012 yılında gerçekleşen %11,4 oranından fazla olduğunu.” Belirtti. Sonra Avrupa Komisyon Üyesi Olli Rehn’in “Devam eden durgunluk ışığında, işsizlik felaket ile başa çıkmak için elimizden gelen her şeyi yapmamız gerekir.” açıklamasını nakletti.
Uluslararası Çalışma Örgütü Müdürü (ILO) Raymond Torres ise “Eğer açık politikalar izlenmediğinde, Avrupa’da işgücü piyasasında durgunluk riski var. Kişilerin uzun süre işsizliğe maruz kalmaları işgücü piyasasından çekilmelerine yol açabilir. Özellikle Euro bölgesinde küçük ölçekli işletmelere düşük faizli kredi imkânı sunulmadığında büyümeyi teşvik eden politika takip etmek çok önemlidir. İşgücü piyasasında bir canlanmanın olacağı beklenmiyor.” Dedi. [Euro News 03.06.2013] Euro News, “Örgütün, son beş yıl içinde uzun süreli işsizlik oranında üçte iki oranında artış kaydedildiği” sözlerini ekledi. “Tekrar istihdam oranını krizden önceki % 56 seviyelere getirmek için otuz milyon yeni iş istihdamına ihtiyaç olduğunu” belirtti
2- Sosyal harcamalar: Euro News gazetesi 30.08.2013 tarihli sayısında “Danimarka Maliye Bakanı Bjarne Corydon göre İskandinav ekonomisinin halkına sunduğu ayrıcalıkları daha fazla sürdüremeyeceğini” söyledi. Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Teşkilatı “Fransa %33 ile en çok sosyal harcama yapan devlettir, sonra %30,8 ile Danimarka ve Belçika takip ediyor, Finlandiya ise %30,6 ve sonra da %28,6 ile İsveç” olduğunu söyledi. Hepsi, düşük oranlardır. Bu ülkelerin halkının ihtiyaçlarını tam karşılamaz. Almanya tabii bunun dışındadır. Çünkü bir dereceye kadar sosyal giderleri kabul edilebilir düzeydedir. Bu en güçlü ülkelerin harcamalarıdır, diğer ülkelerdeki harcamalar artık nasıl?
3- Borçlanma: 22.07.2013 tarihinde Euro News gazetesi “İstatistiki veriler, bu yılın ilk çeyreği sonunda Euro bölgesi borç yükünün, devlet bütçelerini düzeltmek için kabul edilen kemer sıkma tedbirlerine rağmen en yüksek seviyelerde seyrettiğini ortaya koydu. Yunanistan, İtalya, Portekiz kara liste yayınladı, Estonya ve Lüksemburg ise en düşük borç oranına sahiptir.” dedi. Gazete devamında “Pek çok ülkede Avrupa para biriminin durgunluğa girdiğini ve dolayısıyla ekonomilerdeki daralmaların GSYİH borç oranını daha az elverişli hale getirdi. Kemer sıkma önlemleri hükümet harcamalarına bağlı ekonomik büyümenin dizginlenmesine katkıda bulunurken, vergi artışları tüketim ve yatırımın daralmasına yol açabilir.” yorumunda bulundu.
Birçok AB ülkelerinin, Birliğe katılırken ekonomilerinin büyüklüğünü aşacak derecede kredi kullandıklarını unutmamak gerekir. Kriz Avrupa’ya ulaştığında, birçok Avrupa Birliği ülkesi kriz öncesi borçlarını ödemeyecek pozisyonda idi. Bilindiği gibi Avrupa ekonomisinin en etkili devleti, Almanya’dır. Devlet harcamalarını azaltmak ve devletlerdeki borç tutarını düşürmek için kemer sıkma politikaları benimsedi. Para pompalama ve borç artış politika izleyen Amerika’nın tersine Almanya bu politikaları Avrupa Birliğindeki Euro bölgesine dayatmaya çalıştı.
Böylece bu raporlar ve demeçler, Avrupa ekonomisinin hala krizin etkisi içerisinde olduğunu, krizden çıkamadığını ve durgunluğun hala sürdüğünü göstermektedir. Dolayısıyla belirgin bir iyileşmeden söz etmek mümkün değildir.
Üçüncüsü: Çin:
Çin ekonomisinin durumu ise farklıdır. Çin ekonomistleri “Büyümedeki artışın, büyük ölçüde ihracat ve yatırım sektörlerine bağımlı olduğunu, iç tüketime dayanmadığını, bununla halkın büyük ölçüde yüksek yaşam standardını hissetmediğini” belirtirler. İç pazarı hala çok zayıftır ve Çin, bir ölçü değildir. Diğer ülkelerin ekonomilerini etkilemez. Çin Amerika ile karşılıklı yatırımların yanında başta ABD pazarlarına ihracata dayanır. Çin’in elinde hem yüz milyarlarca dolar Amerikan şirketlerinin hisseleri hem de bir trilyon doları aşan ABD Hazine tahvilleri var. Ayrıca ABD şirketlerinin de Çin’de yatırımları var. Bunun yanı sıra Merkez Bankasında 3 trilyondan fazla dolar rezervi olmasına rağmen Çin, dünya kapitalizminin lideri değildir. Aksine kapitalist yöntemi izlemekle ve Amerika’ya ekonomik bağımlılığıyla emrine amadedir. Amerikan’ın ekonomik politikalarına tabidir. Amerikan etkisi altındaki küresel kapitalist kurumların önderliğinde hızla ekonomik kararları uygulamak için çalışıyor. Kendisinin kapitalist bir devlet olduğunu ilan edip kapitalist ekonominin liderliğini elde etme gibi bir hedefi yoktur. Çünkü kendisini resmen ve geleneksel olarak hala sosyalist komünist devlet olarak görüyor. Bağımsız varlığını kaybetme korkusu ile bu resmi görüntüyü korumaya çalışıyor Devletin dizginlerini elinde tutan ve komünist fikri benimseyen tayfa, ayrıcalıklarını kaybetmekten korkuyor. Böylece komünistler ve komünist parti, çekinerek de olsa kapitalist sistemi uygulamaya ve kapitalizmin lideri Amerika ekonomisi ile bağı korumaya çalışıyor. Bu yüzden Çin’in kısa vadede bu politikayı terk edip kapitalist dünyanın liderliğini üslenmesi ve dünya ekonomisini etkileyen pozisyonda olması beklenmemektedir. Bu nedenle dünyayı etkisi altına alan kapitalizmin finansal krizini ele aldığımızda öncelikle olarak Amerika’ya ardından ikinci sırada Avrupa’ya odaklanıyoruz. Kapitalist sistemin egemen olduğu dünya şuan ekonomik olarak şu iki devletten etkileniyor: Birincisi: Amerika. İkincisi: Avrupa.
Dördüncüsü: Diğer ülkelerin ekonomileri:
Uluslararası ekonominin kontrolünde etkisi az olan diğer ülkelerin ekonomileri:
– Japonya, IMF rakamlarına göre borcu, GSYİH %245’ine ulaşmıştır. IMF, bu büyük borcu azaltmak için yeniden güvenilir orta ölçekte bir bütçe planı geliştirmesi talep etmiştir. Bunun %90 fazlasının Japon alacaklıların olması etkisini azaltmaz. Japon hükümeti, Japon teşvik politikasının gerektirdiğinin tam aksi yönde 8.8.2013 tarihinde iki yıl içinde kamu harcamalarından yaklaşık 85 milyar dolar kesintiye gitme niyetini bildirdi.
– Rusya, içeride kapitalist sistemi uygularken kapitalist sistemin uygulanmasında ve yenilik kapasitesi olmadan diğer ülkelerle ekonomik örgütlerin kurulmasında batıyı taklit etmeye çalışıyor. Bu nedenle kendine bağımlı ülkelerle ekonomik örgütler kurmak için gayret sarf etti. Rusya, Beyaz Rusya ve Kazakistan ile 2010 yılında Avrupa Gümrük Birliğine benzer bir Gümrük Birliği kurdu. Sonuçta Rus ekonomisi, batının önderliğindeki kapitalist örgütlere bağlıdır. Orada yürümek, kararlarını uygulamak, ekonomik örgütlerin kurulmasında kapitalist ülkeleri taklit etmek için çaba harcıyor. Bu nedenle bu açıdan Rusya küresel ekonominin lokomotifi değildir. Aksine daha aktif bir şekilde etkili olması gerekirken Batılı kapitalist ekonomiden daha çok etkileniyor.
– BRICS -Brezilya, Hindistan ve Güney Afrika- devletlerine, Meksika ve Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelere gelince, küresel ekonomide kayda değer bir etkileri yoktur. Doğrudan ABD ve Avrupa finansal piyasalar ile bağlantılı ve Batı ekonomisinin bir yan kuruluşlarıdır. Bir bölümü, Türkiye gibi büyümesini artırmak için reel ekonomiye değil, ağırlıklı olarak borca bağımlıdır. Böylece o ülkelerde tüketim kredilere dayanır. Keza devlet kurumları, özel kuruluşlar ve şirketler de öyledir. Bir bölümünde ise Hindistan gibi yolsuzluk yaygındır. Büyük paralar yurt dışına kaçmaktadır. Bu ülkelerin ekonomisi stabil ve ekonominin gerçek kaynaklarına bağlı değildir. Brezilya ve Güney Afrika’nın ekonomik etkileri civar bölgelerde, yani Güney Amerika ve Afrika’dadır. Küresel ekonomik harekete hiç bir etkileri yoktur.
Özetle krizlerin ortaya çıkması veya krizlerin yok edilmesi çoğu zaman bu ekonomiler odaklı değildir.
Beşincisi: İlan edilen rakamlar ve verilere gelince, bunları ekonomik kurum istediği gibi devlet ihracat verileri içerisine yerleştirebilir:
1- ABD’nin 2013 yılında bildirdiği resmi büyüme, aslında ABD hükümetinin ekonomi ölçü biçimini değiştirme nedeninden kaynaklanmaktadır. Amerika büyüme ölçüm biçimini değiştirdi. Çünkü müzik üretimi, ilaç ve uyuşturucu üretiminin mülkiyet hakları gibi fikri mülkiyeti ekonomiye dâhil etti. Bu değişiklik yılda ekonomiye 379 milyar dolar eklenmesine neden oldu. Bu da yaklaşık olarak %2,5 oranında bir artışı temsil etmektedir. Ancak yine de ABD ekonomisi, vatandaşlarının harcamalarını kıstıkları bir zamanda büyümek için çırpınıyor. Bu nedenle durgunluğun sona erdiğini belirten raporlar, istatistiklerin dağılım biçimi ile ilgilidir. Bu, gerçek değil yapaydır.
2- Avrupalı yetkililer tarafından yayımlanan veriler de sürdürülebilir büyüme değildir. İlan edilen veriler, sadece bir ön tahmindir. Tüm Avrupa’yı içermiyor. İrlanda ve Yunanistan gibi ekonomik zorda olan ülkeler dâhil edilmemiştir. Yayınlanan veriler, Ulusal İstatistik Büroları tarafından sağlanan verilere göre Avrupa Veriler Ajansı Eurostat tarafından derlenmiş soyut tahminlerdir. Bu Bürolar, farklı şekilde verileri toplar ve büyük ölçüde büyümenin ilk tahminlerindeki anketler temeline dayanır. Genellikle bu tahminler birçok kez gözden geçirilir. Alman İstatistik Bürosu, ek verilerin dikkate alınması nedeniyle revizyonların ilk tahminlerden dört yıl sonra yapılabileceğini söylüyor. Bu yüzden, İstatistiksel kusurlar göz önüne alındığında, Avrupa’daki durumun bilfiil iyileştiğini söylemek mümkün değildir.
3- Çin ile ilgili olarak ise ekonomisi hakkında yayınlanan veriler konusunda her zaman birçok soru ve şüpheler olmuştur. Çin büyük bir devlet ve dünyanın en kalabalık nüfusuna ve toprak parçasına sahiptir. Ekonomisinin işleyiş keyfiyeti hakkında bilgi toplamak, gerçekten çok büyük performans gerektirir.
Gözlemciler, Çin tarafından bir önceki yıla göre Ocak ayının üçüncü haftasında açıklanan GSYİH ile ilgili yıllık rakamların her zaman şüpheler uyandırdığını belirtir. Çin hükümetinin üç hafta içinde yıllık sonuçları toparlaması çok zordur. Dolayısıyla Çin’in yayınladığı veriler, aslında ekonomisi hakkında dünyanın bilmesini istediği verilerdir demek mümkündür
Altıncısı: Sonuç:
Küresel finansal kriz henüz bitmemiştir. Yankıları hala mevcuttur ve hala Amerika Birleşik Devletleri gibi piyasaya para pompalayarak krize çözüm arayışları sürmektedir. Ya da Avrupa’da Almanya gibi kemer sıkılarak yaralar sarılmaya çalışılmaktadır. Amerika, piyasaya 85 milyar dolar para pompaladı. Yani hayatta tutabilmek için bu paraları şirketlere akıtmaktadır. Avrupa ise kemer sıkma politikası izlemektedir. Bu da krizin hala var olduğunun ve ekonominin devletin müdahalesi ve yardımları olmadan kendi ayakları üzerinde duramayacağının kanıtıdır. Suni solunum yoluyla nefes alıyor. Oysa devlet müdahalesinin kapitalist sisteme aykırı olduğu biliniyor. Çünkü bu sistem, piyasanın otoritenin pençesinden kurtulması gerektiğine inanıyor. Devletin, şirketleri ve diğer finans kurumları kurtarmak için ya da piyasanın hareketliliğini sınırlamak için piyasaya müdahale etmesine izin verilmez. Burada tam bir liberal ekonomi olmalı ve Piyasa bu tür krizleri kendi kendine çözmelidir. Kapitalist ideolojiye göre müdahale, ilerlemeyi engeller. Çünkü en iyiler hayatta kalmalıdır. Çalışabilecek durumda olmayan şirketler, yok olmalı yerine çalışabilecek şirketler kurulmalıdır. Piyasada rekabet edebilecek şirketler kalmalıdır. İşte kapitalizm teorisine göre ekonominin gelişmesi ve özgürce çalışması bu şekildedir. Oysaki vaka ve kapitalist ülkelerin uygulamaları bunun tam tersidir. Krizin nedenleri ve sorunların kaynağı, kapitalist sistemin doğasından olduğu için asla çözülemeyecektir. Kronik hastalıklara maruz kalan hasta gibi her an belki de daha da kötüye gidecektir. Sağlığında şöyle şöyle bir iyileşmenin olduğunu gösteren raporlar yayınlanmakta ama başka raporlar ise tam tersini söylemektedir. Ayakta tutmak için ağrı kesiciler ve enjeksiyon verilmekte ama sonsuz ağrı ve acılar içinde kıvranmaktadır.
Böylece küresel ekonomi iyileşmemiştir, kriz hala bakidir, sorunlar devam etmektedir. Kapitalist sistem var olduğu sürece kriz de var olacaktır. Milyarlarca insan için yoksulluk ve yoksunluk üretiyor. Dağıtıldığında faydalanacakları birçok mal insanlara ulaşmadan zayi olup gidiyor. Halka mutsuzluk ve sefalet yayılıyor. Azınlıktaki sermayedarlar servetlerin çoğunu cebine indiriyor. Bu nedenle kriz kalıcıdır, bir volkan gibi bazen patlayacak bazen de sönecektir. Ama yanardağ içten içe kaynayacaktır. Bu yüzden ekonomik sorunun, doğru şekilde servetlerin dağılımında olduğunu ortaya koyan İslam dışında, gerçek bir çözümün varlığından bahsedemeyiz. İslam, her bir bireye bunlardan yararlanma olanağı sunar, bunlardan pay verir ve paranın belli ceplerde birikmesini önler. Burada şu kadar para var ve şu değer de zenginlik var, dolayısıyla kişi başına düşen pay şudur diye topluma genel bir bakışla bakmaz. Aslında kişi başına düşen gelir bireyin payı değil aksine gerçekten çok az bir sınıfın payıdır.
Biz Allah Subhânehu ve Teâlâ’danRâşidi Hilafet olan İslami yönetimin geri gelmesini talep ediyoruz. İslam refah ve mutluluk yayacak, sağlam ekonomik hayat verecek, sadece İslami ümmete değil, bilakis dünyanın dört bir tarafına hayrı hâkim kılacaktır. Allah Subhânehu ve Teâlâ Azizdir ve hikmet sahibidir.
03 Zilka’de 1434
2013/09/09
Kaynak: Hizb-ut-tahrir.info