Evvela konu başlığının yanlış anlaşılmaması için şu hatırlatmayı yapmak isterim. Cihad, özellikle Cihad-ul Talep (Saldırı/Fetih Cihadı), kesinlikle İslam dininin en önemli rükünlerindendir.
Evvela konu başlığının yanlış anlaşılmaması için, şu hatırlatmayı yapmak isterim. Cihad, özellikle Cihad-ul Talep (Saldırı/Fetih Cihadı), kesinlikle İslam dininin en önemli rukünlerindendir. Dolayısıyla Allah’ın Resulü’nün Medine’de kurmuş olduğu ilk İslam Devleti’nin, hiç kuşkusuz en öncelikli görevlerinden biri cihana İslam’ın fetih/cihad yolu ile ulaştırılmasıdır. Bunun en güçlü delili Resulullah’ın Medine’deki 10 yıllık hal tarikası (icratları) ve daha sonrasında Raşid Halife’ler dönemidir. Yani takriben 40 yıllık bir zaman diliminde Resulullah ve sonrasında Raşidi Halifer döneminde Arab yarım adasının tamamı, Biladu’ş-Şam, Irak, İran, kısmen Orta Asya, İstanbul’un yakınlarına kadar Türkiye, kuzey Afrika bölgesinin çoğu fethedilmiştir. Lakin bu başarıların ve icratlarının en öncelikli sebebi fikri ve siyasi bir hareketin/partinin şeri bir yol çercevesinde, Raşidi Hilafet Devleti’nin kurulması ve onun varlığıdır. Şeri yolu terk ederek Rabbimiz’in tevfikine/yardımına nail olmamız kesinlikle mümkün değildir. Ve yine Rabbimiz’in çizmiş olduğu yolun dışında, ümmeti birleştirmek ve tüm dünyaya İslam risaletini taşımakta vallahi mümkün değildir. İşte bu acı durumu özellikle son bir yılda Irak ve Suriye’de canlı olarak yaşamaktayız.
Evet bu kısa hatırlatma ve girişten sonra asıl konuma gelmek istiyorum. Malumumuz üzere, özellikle son yirmi, otuz yıl içerisinde, yani Sovyet’ler Birliği’nin 1989 yılında yıkılıp yok olması sonrasında, cihadi gurupların sayısında bir artış gözlemlenmektedir. Batı 1989 yılından sonra karşısında bulunan düşmanı, terör adı altında cihadi guruplar ve onlarla birlikte batı karşısında bulunan tüm islami kuruluşlar, olarak tanımladı. Hatırlayacak olursak, doksanlı yıllarda Afganistan-Pakistan bölgelerinde Taliban’ın oluşumu dolaylıda olsa ABD tarafından gerçekleştirilmişti. Tam olarak Taliban 1994 yılında savaş beyleri, farklı aşiret, boy ve etnik gruplar arasında bölünmüş olan Afganistan’da ortaya çıktı. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’ne (SSCB) karşı açılan savaş sırasında Pakistan’a göç eden mülteciler savaş sonrası geri dönmeye başladı. Pakistan’da, özellikle Deobandi Medresesi’nde eğitim görmüş öğrenciler de geri dönen mülteciler arasındaydı. Bunlardan biri olan Molla Ömer etrafında birçok öğrenci ve Peştun mücahitle Taliban’ı kurdu. Talib, İslam öğrencisi anlamına geliyor ve Taliban da bunun çoğulunu ifade ediyor. Taliban 26 eylül 1994 tarihinde başkent Kabile girdikten sonra 11 eylül 2001 tarihine kadar, batı kara propagandasını Taliban ve onun himayesi altında bulunun El-Kaide gurupları üzerinden sürdürdü.
11 eylül saldırılarının sonrasında batının gerçek yüzü ortaya çıktı ve 2001 yılında Afganistan’ı ve 2003 yılında ise Irak’ı işgal etti. Bu iki işgalin, özellikle ABD için de bir sonun başlangıcı oldğunuda söylemek gerekir. Yani batı cihadi gruplar üzerinden başlatmış olduğu saldırılardan başarı ile çıkabilmiş değil. Evet milyonlarca müslümanı katletmiş bulunmaktadır. Ve müslümanlar dünya nezdinde teröristler olarak yaftalanmaktadır. Lakin batı kendi dünya görüşünü ve kokuşmuş batı hadaratini kesinlikle bu ülkelerde empoze edebilmiş değildir. Tam tersine bu baskı ve zülümün neticesinde cihadi guruplar ve özellikle 2010 tarihinden sonra Arap Baharı olarak bilinen bir müslüman halk ayaklanmasına sebeb oluşmuştur. Bu müslüman halk ayaklanması Tunus’da başlayarak, Libya, Mısır, Yemen ve son olarak Suriye ve Irak’a sıçramış oldu. İşte ne oldu ise Şam beldesindeki samimi müslüman halk ayaklanmasında oldu ve batı Tunus, Libya, Mısır ve Yemen’de kısmen başarı ile durdurabilmiş olduğu halk ayaklanmasını, Şam’da durduramadı. Suriye kıyamı 15 mart 2011 tarihinde Derra’da başladı. Hızla tüm ülkeye ve özellikle ülkenin kuzeyine yayıldı. Esad rejiminin, özellikle tüm dünyadan gelen şii milisleri ile birlikte, batı ajanları ve özel birlikleri canla başla bu şanlı kıyamı durdurabilmek için uğraştılar ve uğraşıyorlar. Gün geçtikçe cihadi gurupların Suriye’de sayıları hızla artı ve şuan itibarı ile en ufaklarının 10-20 kişi olmak üzere 1000 yakın cihadi guruba ulaştı. Daha sonra nasıl oldu ise 2003 yılından beri işgal altında olan Irak karıştı. Tarihler 2013 yılını gösterdiğinde Irak üzerinde varlığı bilinen, daha doğrusu bildirilen İŞİD, cihadi gurupları arasında en popülerlerinden birisi oldu. İşte batının 2001 ve 2003 yıllından beri işgal altında bulundurmuş olduğu Irak ve Afghanistan’dan çıkartmış olduğu derslerden ve endişelerden sonra, yeni bir fitne unsuru olarak cihadi guruplardan olan İŞİD’i seçti ve onun üzerinden bir algı ve ortalığı karşıtırma operasyonlarına başladı. Suriye’deki çeşitli cihadi gurupları bu fitnenin potasında eritmeye ve dostu olan Esad rejimini biraz olsun rahat nefes almasını sağlamış oldu.
İşte tam burada fikri ve siyasi hareketin nedenli önemli olduğu ve şeri kıstaslar çercevesinde Rabbimiz’in Resulullah vasıtası ile bizlere göstermiş olduğu Şeri Hilafet Devleti’nin ikamesi için takip edilecek tek doğru ve mümkün yol olduğunu daha iyi idrak etmiş oluyoruz. Fikri ve siyasi grup olmayan çeşitli cihadi grupların maalesef en büyük zaafiyetleri, perde arkasını ve oynanan oyunları görememiş olmalarıdır. Bu hem Suriye’deki samimi lakin siyasi basiretten nasibin almamış olan Liva el-İslam, Ahraruş Şam ve Nusret Cephesi’ni, hemde fitnenin başını çeken ve batının çok yoğun bir şekilde istifade etmiş olduğu İŞİD’i içermektedir. Bu cephelerin ve maalesef fitne yuvası konumuna gelmiş olan İŞİD hareketinin, mezkur siyasi basiretten yoksun oluşundan ötürü, batı tarafından nasıl istismar edildiğini bir kaç örnek ile pekiştirmek istiyorum. Batının ve bölgedeki uşaklarının cihadi guruplar üzerinden izlemiş oldukları stratejinin, böl parçala yut olduğunuda gözden kaçırmamalıyız.
Liva el-İslam ile başlamak istiyorum. Bu hareket ile alakalı olarak ekim 2013 yılında oluşan İslam Ordusu (Ceyşul İslam) için şunları söylelebiliriz. Ceyşul İslam ve onun ana omurgasını teşkil eden Liva el-İslam, Suudi Arabistan eksenli ve özellikle Al-Kaide gurubunun Suriye ayağını teşkil eden (Nusret Cephesi ve ona yakınlığı ile bilinen Ahraruş Şam) karşısında bir güç olarak oluşturulduğunu veya daha doğrusu oluşumu için desteklendiğini görmekteyiz. Bunun ile alakalı olarak Reuters’ta Halid Yakup Uveys tarafından kaleme alınan bir analizden bir kaç önemli örnek vermek istiyorum:
Muhalif güçler ve diplomatik kaynaklar, Şam’da ve civarında faal olan yaklaşık 50 grubun bu hafta, tek bir yönetim altında birleşmelerinin arkasında Suudi Arabistan’ın olduğunu söylüyor. Uveys, Liva el-İslam lideri Zahran Alluş komutanlığında İslam Ordusu adlı yapının, Riyad’a sadık olan Selefi Cihatçıları, Irak ve Şam’da İslam Devleti’ne (IŞİD) karşı güçlendireceğini savunuyor.
İslam Ordusu’nun Şam’ın doğusundaki operasyonlar üssünün tam karşı tarafında bulunan bölgeden bir İslami grubun komutanı, Suudi olan bazı kişilerin son haftalarda bazı gruplarla iletişim halinde olduklarını, El Kaide bağlantılı grupların başkent ve civarında varlıklarını artırmalarını engellemek için ortak bir cephe oluşturulması yönünde destek önerdiklerini açıkladı. Ebu Musab adını kullanan komutan, “Suudi yetkililer, Suud istihbaratı adına görüşmeler yaptılar. Stratejileri sadakat ve El Kaide’den uzak durmak karşılığında maddi destek sunmak” dedi.
Ortadoğu’da bulunan ikinci bir diplomat, “Son haftalarda gördük ki her büyük grup etki alanını artırmak için bir çaba içine girdi. Böyle bir birlik de (İslam Ordusu) ‘Suud nimeti’ olmadan oluşturulamazdı” açıklamasını yaptı.
Liva el-İslam ve daha sonra kurulan Ceyşul İslam lideri olan Zehran Alluş’un Suudi Arabistan’da mukim şeyh Abdullah Muhammed Alluş’un oğlu olduğunuda unutmayalım. Reuters için kaleme almış olan Uveys’in itiraf ettiği bir gerçeğin altını çizmek istiyorum. Liva el-İslam ve daha sonra Ceyşul İslam’ın Suudi Arabistan tarafından para ve silah yardımının tek ve en öncelikli şartları Şam ve civarında varlığı söz konusu olan Al Kaide eksenli grupların engellenmesi ve onlara karşı bir güç olarak oluşması gerçeğidir. Dikkati çeken ayrıntı ise Suudi Arabistan’ın Şam’ı ve dolayısıyla Esad rejimini korumak için böyle bir girişime kalkıştığıdır. Ve nitekim bu konudada başarılı oldular. Bir başka ayrıntı ise şu şekilde bilinmelidir. Suriye’de çatışan birçok gurubun ve içlerinde en büyük gurup olarak bilinen Liva el-İslam’ın 2013 yılının başlarında Şam’a gerçekleştirmek istedikleri taaruzun son anda Liva el-İslam’ın vazgeçmesi ile gerçekleşememiş olmasıdır. Hatta bu taaruzun siyasi ve fikri yönünün ve dolayısıyla Şam’ın düşmesi sonrasında Nusreti/Gücü ele geçirmesini tasarlıyan, Hizb-ut Tahrir olduğunuda unutmamalıyız. Yani batı ve bölgedeki uşakları, yılanın başı olan Şam’ı ve başında bulunan Beşar Esad’ı koruyabilmek için maalesef cihadi gurupları bir kaç hamle ile yanlış istikamete yönlendirebilmiştir. Bu konuda önemsenmesi gereken konuyu şu şekilde özetleyebiliriz. Bir gurubun başındaki kişi kim olursa olsun, yapmış olduğu eylemler ana hedefi, yani Şam’ın düşmesi konusunda, isteksiz ve gereksiz olarak adlandırıyorsa, kesinlikle bu fikri ve siyasi basirete sahip olan bir müslüman için kabul edilir bir şey değildir. Bu örnek üzerinden fikri ve siyasi bir hareket olan Hizb-ut Tahrir için şunları söyleyebiliriz. Düşünün Hizb-ut Tahrir artık Hilafet Devleti’nin kurulma hedefinden şimdilik vazgeçmiş olsa. Böyle bir şeyi Hizb-ut Tahrir’in fikri ve siyasi basiret sahibi gençleri tarafından kabul görmesi kesinlikle mümkün değildir. Tam tersine böyle bir düşünce Hizb-ut Tahrir’in yıkılıp yok olması anlamına gelir. Ama bu tepki ve refleksi cihadi guruplarının gençlerinde gözlemlemek mümkün değil. Zehran Alluş Suudi Arabistan’ın talimatı ve Suudi Arabistan’da batının talimatı ile Şam’a karşı taaruzdan vaz geçtik dediğinde, maalesef siyasi ve fikri basiretten yoksun ve dolayısıyla kolay yönlendirilebilme potansiyelini içinde barındıran cihadi guruplarının gençleri, sukut etmektedir.
Ahraruş Şam ve Nusret Cephesi’ne gelecek olursak. Bu iki cihadi gurubu beraber ele almamın sebebi. Her iki hareketin düşünce yapısının bir olması ve Al Kaide’ye yakınlığı ile bilindiği için. Nusret Cephesi’nin Al Kaide’nin Suriye kolu olduğunda bir şüphe yok. Fakat Ahraruş Şam hareketin Al Kaide’ye yakınlığı ise öldürülen Ebu Halid el Suri’nin Eymen el Zevahiri’nin temsilcisi olarak Suriye’ye gönderilmesinden anlaşılıyor. Ebu Halid el Suri Ahrar Şam’ın liderlerindendi.
Ahraruş Şam Hareketi; İslami Fecr hareketi, İslami Öncüler Hareketi’nden oluşmaktadır. Bu hareketin merkezi İdlib’te olup Hama ve Halep’te de bulunmaktadır. Şam’daki İman Tugayı’da Ahrar ile birliktedir. Bunların hepsi direniş cephesidir. Nusret Cephesi ise aslında İŞİD hareketi ile özde örtüşüyor. Yani İŞİD lideri Bağdadi ile Nusret Cephesi’nin liderleri Cevlani özde Al Kaide’ye bağlı olarak Suriye kıyamından önce Irak’da beraber mücadele etmişlerdir. Şu durumda özellikle Nusret Cephesi’nin izlemiş olduğu strateji ile Ahraruş Şam’ın izlemiş oldukları strateji benzer olduğu için, her ikisi İŞİD tarafından saldırıya maruz kaldığı ve aralarında çatışmaların baş gösterdiyi bilinmektedir.
İŞİD 09.04.2013 tarihinde fitnenin fitilinin, Nusret Cephesi’nin İŞİD’e bağlandığını ilan etmesi ile, ateşlemiştir. Nusret Cephesi bunu kabul etmedi ve İŞİD Nusret Cephesi ile, sonrasında ise diğer cihadi guruplarla çatışmaya başladı. Siyasi ve fikri saviyeden bakmadığımız taktirde böyle bir kör döngünün içinde bulunulmuş olması maalesef şaşılacak bir şey olmamıştır. Bu hatada suçlu olan sadece veya asli olarak İŞİD değildi. Aynı zamanda diğer cihadi guruplarda bu konuda hataya ortak oldular. Aslında meseleyi şu şekilde özetleye biliriz. Ateş çemberinin içinde bulunun beş kişiyi düşünün. Ateşi söndürecek üç tane yangın söndürücünün olduğunu düşünelim. Aralarında tartışma başladığını ve ateşi unutup yangın söndürücünün kime ait olduğu tartışmalarına ve aralarında saldırıların başladığını düşünelim. İşte mesele buna benziyor. Asıl düşman ve yılanın başı olan Beşşar Esad Nisan 2013 yılından sonra adeta unutuldu ve İŞİD ve diğer cihadi guruplar aralarında çatışmaya başladılar. Ve bunun doğal neticesi olarak ateş cemberi daraldıkça daraldı ve ellerindeki yangın söndürücüsü hiçbir işe yaramadı. Bu örneği pekiştirmek için Şam örneği verilebilir. Nedense ne İŞİD, ne Nusret Cephesi veya Ahrar Şam, Şam’a yapılacak bir taaruz konusunda istekli görülmüyor. Daha ziyade Kobani gibi hiçbir öneme ait olmayan bir kasabada İŞİD çatışmalarını yoğunlaştırıyor. Yine son günlerde Nusret Cephesi’nin İdlip kırsalında yapmış olduğu büyük taaruz, akıllara acaba Nusret Cephe’si İŞİD statejisinimi uygulamaya geçti sorularını gündeme getirdi. Neden İdlip, neden Şam değil veya en azından Hama veya Homs değil diye akla bir çok soru gelmiş olablir.
İşte tüm bunlar olması gereken fikri ve siyasi basiretin eksik olduğunu pekiştiriyor. Batı ve ajanları tüm gayretleri ile cihadi gurupları birbirine kırdırmak gayreti içerisinde olduğu aşikar. Bu konuda medya ve birçok değişik araçları kullanarak İŞİD gündemde tutuluyor. Yine dolaylı olarak İŞİD’nin mali ve silah durumuda kontrollü olarak gözetleniyor. Yani petrol kuyularının elinde bulundurması sanki batıyı rahatsız etmiyormuş gibi bir izlenim yayılmak istenmektedir. Bilakis resmi medya araçları ile dünyanın en zengin cihadi gurubu olduğu, her gün 1-2 milyon dolar karşılığında petrol sattığı dile getirilmektedir. Yine neredeyse hergün Irak ve Suriye’nin yarısını elinde bulundurdukları haberleri ve haritaları yayınlanmaktadır. Bununla birlikte batı ve bölgedeki uşakları şunuda başarmış bulunmaktadır. Düşman Esad değil düşman İŞİD ve benzeri yapılanmalardır. Yani baştan beri istedikleri algı zaten buydu. Dünya buna hazırlandı ve 70’e yakın ülkenin oluşumu ile bir askeri koalisyon kuruldu ve hem Irak hemde Suriye’de İŞİD ve benzeri birçok cihadi gurup havadan bombalanmaya başlandı. Ve bu şekilde aynı zamanda Esad’a tekrardan alenen resmiyet kazandırılmış oldu.
İşte tüm bu olup bitenler kesinlikle Allah (c.c.)’nun sünnetinin bir tecellisidir. Ben bundan bir buçuk yıl önce yazmış olduğum bir yazımda şu başlığı atmıştım:
Şam beldesi kirlerinden arınınca ikinci Raşidi Hilafet Devleti inşaallah kurulacaktır!!
Ve bu makalemde şunlara yer vermiştim:
“Cennetin anahtarı namaz, namazın anahtarı abdest almaktır.” (Müsned: 14135)
Aynı namaz örneğinde olduğu gibi Biladu-Şam’da tüm kirlerinden arınması ve dolayısıyla temizlenmesi gerekiyor. Aksi taktirde Resulullah’ın müjdesinin, yani nübüvet minhacı üzere ikinci Raşidi Hilafet Devleti kurulacaktır müjdesinin bu üstün beldemizde kurulması mümkün olmayacaktır (Allahualem).
Son olarak ise şu sözlerle ile o yazımızı bitirmiştim ve inşallah bu yazımızıda aynı sözlerle bitirmek istiyorum:
Evet, son olarak muhlis ve bu davaya gönül vermiş olan kardeşlerime derim ki; gayretinizi iki kat daha artırın ve dört gözle beklemiş olduğumuz ikinci Raşidi Hilafet Devleti’mizin çok yakın olduğundan zerre kadar şüphe etmeyin ve Resulullah’ın şu kavlini unutmayın:
Zeyd İbni Sabit (r.a.) anlatıyor: Bir gün Resûlullah (s.a.v.)’in yanında idik. Parçalar üzerinde Kur’ân (ayetlerini) tanzim ediyorduk. Aleyhissalatu vesselam:
“Şam’a ne mutlu!” buyurdular. Ben: “Bu mutluluk nereden geliyor ey Allah’ın Resûlü?” diye sordum. “Çünkü, buyurdular, (Rahman’ın) melekleri onun üzerine kanatlarını geriyorlar!” (Tirmizi)
Kardeşiniz; Mehmet Aydın