Yemen üzerinden şer odakların gün yüzüne çıkması!
Yemen’deki siyasi ve mezhepsel konular aslında doksanlı yıllardan beri bilinen ve tartışılan bir konu. Özellikle 1990 yılında güney ve Kuzey Yemen birleştikten sonra, önceleri Zeydi mezhebi olarak bilinen ve Şia’nın en ılımlı hareketini teşkil eden fakat daha sonra Bedruddin el Husi tarafından sapık Şia fikrini içeren Rafıziliğe geçtikten sonra bir çok kez sıkıntı konusu olmuştur. Lakin genelde karıştırılan mesele ise Husi hareketinin bir mezhep olduğu konusudur. Hâlbuki Husiler bir aşiret olup ve önceleri Zeydi düşüncesine sahip iken daha sonra 1992 yılında İran desteği ile kurulan Genç Müminler Hareketi’nin devamı olarak oluşturulan bir harekettir. Bu hareketin 100-120 bin destekçisi ve silahlı güçleri olduğu iddia edilse de toplam rakamlarının 20-30 bin olduğu söylenmektedir.
1978-2012 yılları arasında Abdullah Salih’in Husi aşireti ile bir bağının olması belki de onun uzun soluklu olarak iktidarda kalmasını sağlamış olabilir. Lakin akla şu gelmektedir. Manzur Hadi iktidarda olduğu halde, (yani 33 yıllık Abdullah Salih iktidarı bitmesine rağmen ve zahiren Arap baharının Yemen ayanının başarı ile sonuçlanmasından sonra) neden Ocak 2015 yılında birden Husi hareketi hızlı bir şekilde Yemen’in başkenti olan Sana’yı askeri bir darbe ile işgal etti ve ülkenin önemli bir kısmını ele geçirebildi? Yine 26 Mart 2015 tarihinde Suudi Arabistan öncülüğünde 10 Arap ülkesinin başlatmış olduğu hava, kara ve deniz üzerinden Yemen’e yapılan büyük bir operasyonun yapılmış olması kafaları iyice karıştırdı. Operasyona uçaklarla saldırı gerçekleştirdikten sonra bölge ve çevre ülkelerinin ve tabii ki ABD’nin flaş açıklamaları oldu. Özellikle Türkiye ve İran’ın yapmış oldukları karşılıklı suçlamalar ve konu ile alakalı yorumları onları kısmen de olsa ele veriyordu. ABD’nin yapmış olduğu açıklama ise konuyu biraz daha aydınlatmaktaydı. Fakat tüm bunları ele almadan önce Ortadoğu ve özellikle Irak/Suriye bağlamında İran, Türkiye ve Suudi Arabistan’ı bölgede gerçekleşen olaylar açısından değerlendirdiğimizde karşımıza çıkan şu tehlikeyi ele almak istiyorum:
Önce Suriye daha sonra Irak ve şimdi ise Yemen üzerinden siyasi, etnik ve mezhepsel oyunlar oynanmaktadır. Bu oyunların tabii ki batı tarafından oynandığını bilmek için dahi olmaya gerek yok. Lakin mesele o kadar karmaşık bir hal almış durumdaki, neredeyse oyunu oynayan dahi neticenin nereye gideceğini ve tüm bu karmaşık durumun ne ile sonuçlanacağını kestirememektedir. Tek istenilen bir şey var oda bu bölgede batıdan bağımsız bir Hilafet Devlet’inin kurulmasını engellemek. Bunu yapabilmek için ise gerekirse ateşe benzin dökmeyi dahi göze aldıklarını görmekteyiz. Aynı zamanda istikrarı sarsacak bir takım eylemlere gerekirse tenezzül ettiklerini de yine gözlemlemek mümkün.
Meselenin mezhepsel boyutunu irdeleyecek olursak İran yetkililerinin Yemen konusu üzerinden yaptıkları demeçlere bakmamız yeterli olacaktır. Bu demeçler ile alakalı şu iki örneği vermemiz herhalde yeterli olsa gerek:
Birinci örnek; İran’ın Yemen’deki etkisinden de bahseden İran Devrim Muhafızları Komutanı General Hüseyin Selami’nin, Husi Ensarullahın “İslam Devrimi’nin temel prensipleriyle hareket ediyor” ifadesi verilebilir. İkinci örnek ise; İran lideri Ali Hamanei’nin Dış İlişkiler Baş Danışmanı Ali Ekber Velayeti Hizbullah’ın Lübnan’da oynadığı rolü “Husi’lerin de Yemen’de oynamasını ümit ettiği” yorumu verilebilir. Yine buna ek olarak; İran parlamentosunda Tahran milletvekili olan ve dini lideri Ali Hamaney’e yakınlığıyla bilinen Ali Rıza Zakai “üç Arap başkentinin (Bağdat, Şam ve Beyrut’un) İran’ın elinde olduğunu ve Sana’nın da dördüncü Arap başkenti olacağını” dile getirmiş olması da ilave edilebilir. Aslında bu konunun, yani İran’ın ABD’nin isteğiyle hem Suriye’de, hem Irak’ta, şimdi ise Yemen’de rol aldığını bilmeyen yok. Fakat üzücü olan mesele bu konunun bu kadar açık olarak dilendirilmesine rağmen Müslümanların halen uyanmayıp gerçekleri görememiş olmaları. Yine üzücü olan bir diğer konu ise bu kokuşmuş ulus devletlerinin ne kadar kırılgan ve güdümlü olduğunu bilmemek ile beraber, bilakis onlardan medet ummalarıdır. Mesele evimize sirayet eden bu bitlerin ve mikropların imha edilmemiş olması, aksine o bitlerden ve mikroplardan medet ummaya benzemektedir. Halbuki ümmetin diyarı olan İslam beldelerine sirayet etmiş olan onca mikrop meydanlarda boy gösterebilmektedir. Lakin Rabbimizin yardımı ile onlarında sonu yakındır ve ümmeti bu bitlerden ve mikroplardan arındıracak ve tekrar bizlere sirayet etmek isteyenlerinde önünü kesecek bir Halife’miz olacaktır inşaallah.
Meseleyi anlamak için tabii ki sadece Şia’nın temsilcisi ve hamisi olan İran’ı değil, aynı zamanda Sünnilerin temsilcisi ve hamiliğini oynayan Suudi Arabistan’ında meseleye baştan beri dahil olduğunu bilmek gerekiyor. Özellikle Yemen konusunda diğer dokuz Arap ülkeleri ile ve tabii ki Türkiye’nin de desteği ile Sunni’leri temsilen harekete geçmiş oldu. Özellikle Selefi/Vahabi düşüncesine sahip olan Suudi Arabistan’daki insanların ekseriyeti Rafiziliği sapıklıkla ve yine İran’daki insanların ekseriyeti ise Selefi/Vahabi akımını sapıklıkla itham ediyor olması, üst akıl olarak nitelendireceğimiz batı hainlerini oldukça memnun ediyor. Yani bölgede mezhep çatışması çıkartmak istiyorsan bu iki ülkeyi harekete geçirmen yeterli olduğu aşikar. Nitekim bu en azından Suudi Arabistan’ın Yemen’e yapmış olduğu büyük taarruz ile hayata bilfiil geçmiş bulunmakta. Bu daha önce Suriye’de temsilen ve Irak’ta kısmen bilfiil gerçekleşmekle beraber, özellikle Suudi Arabistan ve Mısır’ın bilfiil savaşa başlaması üzere Yemen üzerinden ileri seviyeye ulaşmış bulunmakta.
Gelelim meselenin etnik boyutuna: Yemen konusu Arap ülkelerini etnik bir birlik olma konusunda, Eylül 2014 tarihinden beri üzerinde çalışılan tasarıyı, onaylamasına sebep oldu. Belki de bu önceden beri bu şekilde olması isteniliyordu. Sanki bu etnik birliğin ileriye dönük sağlayabileceği faydaları önceden hesaplanmış bir mesele gibi. Yani batı özellikle ABD artık bu bölgeye askeri birlik göndermek istemiyormuş gibi ve onların yerine bu askeri birliklerin eyleme geçmesi isteniliyormuş gibi bir ortam oluşturuluyor. Gelelim tasarı konusuna ve manşetlere nasıl yansıdığına:
Arap Birliği Dışişleri Bakanları Konseyi’nin, “Ortak Arap Gücü” kurulmasını öngören karar tasarısını onayladığı bildirildi.
Mısır Dışişleri Bakanı Samih Şükri de 26. Arap Zirvesi’nin, Arap ümmetinin benzeri görülmemiş tehdit ve zorluklarla karşı karşıya olduğu bir zamanda gerçekleştiğini anlatarak, “Arap devletleri bunlarla kararlılıkla mücadele etme ve sorumluluğu taşıma gücüne sahiptir” dedi.
Arap dışişleri bakanlarının Yemen’deki kriz ile ilgili özel oturum düzenlediklerini kaydeden Şükri, bu oturum sonucunda Arap ülkeleri ve Arap Birliği’nin etkin siyaset yolu izleme ve sözleri icraata dönüştürme yönündeki kararlılığını açıklayan bir bildiri yayınlandığını aktardı. (ntv.com.tr – 27.03.15)
Aslında bu oluşturulmuş olan yeni “ortak Arap gücü” diye adlandırılan askeri güç, İran üzerinden oluşturulan Şia gücüne paralel olarak kurulması an meselesi olan ikinci Raşidi Hilafet Devlet’ine karşı oluşturulmuş bir güç olarak da görülebilir. Bunun oluşturulabilmesi için Yemen bahanesi gerekli bir gerekçe olarak ileri sürüldü. Oluşturulabilmesi için ise İran tehdidi ve tabii ki gittikçe güçlenen Şia’nın tehdit olarak görülmesi gerekiyordu. Aslında bu iki gücün, yani Şia fikri üzerinden İran ve diğerleri ile etnik ve mezhepsel sebeplerden ötürü ise Arap gücü, Müslümanların hayrına değil bilakis önlerine engel olarak çıkarılabilecek ve bölgede batının yapamadığı kirli işleri üstlenebilecek bir misyon üstlenmiş bulunmakta.
Meselenin belki de en önem arzeden siyasi boyutunu ele alacak olursak, karşımıza çok uluslu ve çok mezhepli bir siyasi entegre oluşturulduğunu ve bölgedeki stratejik alanların elden çıkarılmaması için gerektiğinde fiili müdahalenin olabileceği sinyallerinin verildiğini görmekteyiz. Bu sinyaller veya daha doğrusu eylemler açısından Yemen önemli bir örnek teşkil etmektedir.
Gelelim meselenin siyasi boyutuna: Siyasi boyutunu ele alırken hiç şüphesiz Yemen’in stratejik konumu ve önemini çağrıştıran ‘Hüzün kapısı’ anlamına gelen ‘Babu’l Mendeb’ Boğazı’nın önemi küçümsenemez. Nitekim Afrika ülkelerine açılan ve daha önemlisi Avrupa, Rusya ve Türkiye gibi ülkelere de uzanan çok önemli bir boğazdan bahsediyoruz. Dolayısıyla Aden kenti (Güney Yemen’in) başkenti idi, Sana’dan (Kuzey Yemen’in ve birleşmiş Yemen Cumhuriyet’in) başkentinden daha önemli bir konumda. Dolayısıyla batı ve bölgedeki uşakları (Suud ve diğerleri), Husi hareketinin başkent Sana’ya yapmış olduğu saldırıdan sonra değil, bilakis Aden’e yapmak için girişmiş olduğu taarruzdan harekete geçti. Adeta İŞİD’in Kerkük çıkartmasında olduğu gibi. Musul’u ele geçirdiğinde batı ve uşakları adeta sukut etmiş iken Kerkük’e yapmak için girişmiş olduğu taaaruzdan rahatsız oldular ve düğmeye bastılar. Yani bu bağlamda kastettiğim Husi hakereti ile İŞİD hareketinin benzerlikleri ve güdümlü olmak ile beraber yüzde yüz homojen ve kontrol edilmediklerini veya şuan itibari ile edilemediklerini görmekteyiz.
Gelelim Erdoğan’ın bu konudaki söylemlerine ve üzerindeki analizimize:
İran’ın açıklaması doğaldır. İran’ın böyle bir açıklama yapması Irak’ta ve Suriye’deki gelişmelerde ne yapmıştır göstermiştir. İran bölgeyi domine etme gayreti ve çalışması içindedir. Buna müsaade edilebilir mi? Bu bölgede birçok ülkeyi; bizi de körfez ülkelerini de rahatsız etmeye başlamıştır. Buna tahammül etmek mümkün değil. Irak’ta yapılanlar ortada. Bir yanda IŞİD’le uğraşılıyor bir tarafta İran’ın gönderdiği Devrim Muhafızları ile uğraşılıyor. Bu doğru bir şey mi? İlginçtir, gönderdikleri elemanları çektirdikleri fotoğraflarla kendilerini lanse etmeye çalışıyor.”
“IŞİD terör örgütü bir yerden çıkıyor bakıyorsunuz onun yerine Şia yerleşiyor. Bir yandan İslam diyeceksin bir yandan Müslüman diyeceksin ama öbür taraftan bunları yapmaya devam edeceksin, Suriye’de de aynı durum geçerli. 300 bin insanın katili olan bir durum var ve bu katile destek veren bir anlayış. Bu savunulabilir mi? Ben Müslümanım diyen bir insanın bu katili savunacağına ihtimal vermiyorum. İran’ın Yemen’den, Suriye’den ve Irak’tan ne kadar gücü varsa çekmesi lazım. Bu ülkelerin toprak bütünlüğüne saygı duyması gerekir.”
Erdoğan’ın yapmış olduğu bu itiraf aslında ABD’nin bölgede İran’a ne kadar önem verdiğini ve bu önem ve inisiyatifin yine ABD hamisi olan Türkiye’yi dahi rahatsız etmeye başladığını görmekteyiz. Denilebilir ki; bölge ülkeleri ve onlardan biri olan Türkiye kendilerine biçilen rolün aksine bir rol üstlenebilirler mi? Buna verilecek cevap hem hayır hem de kısmen evet olacaktır. Hayır, kısmını anlamak için fazla bir şey söylememizin gerekli olmadığı kanaatindeyim. Lakin evet kısmını biraz açalım:
Unutulmaması gereken ülkelerin ve onların başında bulunan liderlerin konumuna ve önemine göre zaman zaman kendi görüşlerini ve isteklerini dile getiriyor olmalarıdır. Bu tabii ki onların her konuda görüş beyan edebilecekleri anlamına gelmiyor. Veya onlara çizilen çerçeveyi aşabilecekleri anlamına da gelmiyor. Meseleyi anlamak için futbol örneğini vermek istiyorum. Futbolda oynayacak on bir oyuncu ve onlara verilen misyon, kaleci, forvet veya defans gibi, önceden kararlaştırılmış ve belirlenmiş şeylerdir. Ancak takımın kaptanına veya daha geniş alacak olursak teknik direktör açısından belirli bir İnisiyatif verilmektedir. Lakin ne kaptan, nede teknik direktör federasyonun söylemiş olduğunun dışına çıkamaz. Çıktığı an bu takımda veya ligde bulunması da mümkün değil. İşte bu örnekte olduğu gibi ülkelerin liderleri federasyonun (batının) onlara biçmiş olduğu oyun kurallarına göre oyunu oynarken, arada bir çıkışları ve söylemleri onların bu federasyonun karşısında olduğu anlamına gelmemektedir. Önemli olan mezkur cümlelerimizde de söylemiş olduğumuz gibi, batıl ve gayri İslami olan bu sistemi ve onların tüm kalıntılarını söküp tarihin çöplüğüne atmak olacaktır. Bizlere düşen ise bu şanlı mücadelede en ön safta saf tutmak olmalıdır.
Şüphesiz Allah, takva sahipleri ile ve iyilikte bulunanlarla beraberdir. (Nahl:128)
Kardeşiniz
Mehmet Aydın
29.03.15