Batı hegemonyası ile İslâmî hareket arasındaki savaşın arka planı ve tarihsel izdüşümü nasıl okunabilir? Mısırlı Kıpti bir yazarın kaleme aldığı makale, Köklü Değişim Dergisi tarafından yayınlandı.
Bu çatışma, Batı hegemonyası ile İslâmî hareketin arasındaki tek savaş değil, bilakis birbiriyle bağlantılı ve iç içe geçmiş savaşlardır. Bu çatışmalar içerisinde gerek sorunun hakikatini, gerekse İslâmî proje ile Batılı proje arasındaki çelişkinin hakikatini açığa çıkaran gizli yüzleşmeler söz konusu.
Batılı bir proje olarak küreselleşme ve İslâmî hadarat projesi arasındaki bu çatışmanın tam göbeğinde ve ateş hattında İslâmî Hilâfet meselesini görüyoruz. Gerek Batı’nın İslâmî harekete karşı olan tüm savaşlarında gerek İslâmî projeye karşı tüm laik çatışmalarda gerekse egemen laik elitlerin İslâmî harekete karşı savaşlarında görünmez düşman odur.
Denilebilir ki İslâmî siyasi birlik, çatışmanın özünü teşkil ediyor. Bu nedenle İslâmî projeye karşıt veya düşman kesimlerin tümü tarafından bu düşünce kuşatma altına alınıyor. Öyle ki ümmetin siyasi birliği kavramının İslâmî söylemdeki üstün konumu düşürülerek İslâmî hareketin ana sloganı düzeyine indirgeniyor.
İslâmî Hilâfet ve tek bir İslâmî Devlet şiarı milyonlarca Müslümanın gönlünde beslediği bir rüyadır. Arap-İslâm beldelerinin tümünü birleştiren bağı ve İslâm Ümmeti’nin kalkınma tarihinin en bariz alametini temsil eder. Bu şiar ümmeti bir araya getirebilecek, istikametini birleştirebilecek ve bütünlüğünü sağlamaya sevk edebilecek bir güce sahiptir. İşte bu şiarın kuşatma, İslâmî hareketin de baskı altına alınması bundandır. Ta ki İslâmî söylemin tozlu bir köşesinde kaybolup gitsin, daha da ötesi bu şiar haddizatında kurulu düzenlerin ve ulus-devletlerin bir tür düşmanı görülsün.
Batı ve Tarihin Hatıraları
Batılı devletler açısından tek bir İslâmî Devlet’in geri dönüşü düşüncesi, büyük bir devlet varlığının inşa projesini ifade eder. Bu da dolayısıyla günümüz dünyasının büyük güçleri niteliğiyle Batılı devletler ve Amerika’ya bir meydan okuma anlamına gelir. Batı’nın güney sınırlarında yer alacak, Batı’yı diğer dünya ülkelerinden koparacak ve dünyanın merkez bölgesini ele geçirecek tek bir İslâm Devleti’nin kurulması halinde Batı, pek çok dünya ülkesi üzerindeki üstünlüğünü daha fazla sürdüremez. Tek bir İslâmî Devlet kurulduğu zaman Batı, büyük güç niteliğini daha fazla sürdüremez. En önemlisi de, Batı’nın ileri medeniyet vasfı ve dünya üzerindeki hegemonyası sona erer.
Küreselleşme rüyası, Batılı liberalizmin dünya üzerindeki hegemonya rüyasıdır ve tek bir İslâm Devleti ile bu sona erecektir. Çünkü bu Devlet, İslâmî hadaratı dünyanın büyük kısmına hâkim kılacaktır. Böylelikle Batı medeniyetine rakip bir başka medeniyet ortaya çıkacak ve Batı medeniyetinin dünya üzerindeki hegemonyasına engel olarak bir set gibi duracaktır. Tek bir İslâmî Devlet rüyası Batı’yı, muhtelif dönemlerde İslâmî Devlet ile geçirdiği tarihine geri döndürecektir. Zira Batı, Batılı devletler açısından bir başka küresel medeniyetin meydan okumasını teşkil eden İslâmî Hilâfet Devleti’nin yıkılışına kadar küresel hegemonya ve egemenliğini gerçekleştirmeyi başaramamıştı.
Batı, Osmanlı Devleti’ni parçaladıktan sonra, evvela Arap-İslâm coğrafyası, ardından tüm dünya üzerinde egemenlik kurabilmiştir. Kim dünyanın merkezini ele geçirirse, dünyaya hükmedebilir. Çünkü dünyanın merkezi, coğrafî olarak Arap-İslâm topraklarıdır. Medeniyet açısından da dünyanın merkezi burasıdır. İşte bu, vasat ümmetin tecellilerinden yalnızca biridir. Dünyanın merkezini ve vasatını temsil eder. Sömürgeci güçlerin egemenlik ve hegemonyalarının tahakkuk ettiği bu bölge, aynı zamanda sömürgeci güçlerin devrileceği ve hezimete uğrayacağı bölge olacaktır.
Dünyanın bu merkezi ve vasatı kurtulduğu, vasat ümmet kurtuluşa eriştiği, bütünlük ve hadarıtını inşa ettiği zaman, dünya da kurtulacak. Çünkü İslâmî hadaratın devleti, dünyayı kurtarırken, Batılı hadaratın devleti dünyayı sömürür. İşte İslâmî Devlet düşüncesine karşı yürütülen örtülü savaşı, halen süregelen çatışmanın ve gelecekte meydana gelecek çatışmaların özü haline getiren karşıtlık ve fark budur. O nedenle Batı, kendi sınırları içerisinde İslâmî hareketi bastırmak ve çeşitli biçimlerde karşı koymak için çalışmış, bu düşünceyi kuşatma altına almak için uğraşmıştır. Böylece Batılı devletler, bölgenin durumuna göre İslâmî harekete düşmanlık göstermek veya baskı altında tutmak arasında değişken bir tutum izlemiştir. İşte buradan, İslâmî hareketin siyasal sürece entegre edilmesi düşüncesi doğmuştur. Bundan kasıt, İslâmî hareketi, egemen ulus-devlet çerçevesi içerisinde rekabet halinde olan siyasi akımların parçası haline getirmek ve İslâmî hareketin ulus-devlet çatısı altında faaliyet gösterme koşullarıyla yükümlü oluşunu garantilemektir.
İsrail ve İslâmî Birlik
Filistin’de İsrail işgal devletinin kurulmasına yol açan Batılı-Siyonist projeye gelince; İslâm Ümmeti’nin birliğini engellemeye ve devletçikler halinde parçalamaya yönelik bir projeden başka bir şey değildir.Dolayısıyla İsrail işgal devleti her şeyden önce, tek bir İslâm Devleti’nin kurulmasını önlemek için bölgeye yerleştirilmiştir. Buna mukabil tek bir İslâm Devleti’nin kurulması, bu Siyonist projeyi çökertecek ve İslâm topraklarından bir kısmını işgal altına alan ve geniş çerçevede düşmanlık noktası haline dönüşen İsrail işgal devletini sona erdirecektir. Bu düşman proje asla ayakta kalma yahut korunma imkânı bulamayacaktır.
Bu sebeple Siyonist oluşumun bekası, Batı projesinin korunması ve bölgedeki Batı hegemonyasının sürdürülmesi açısından önemlidir. Keza bu parazit, sömürgecilik projesinin sonu olacak İslâm Devleti’nin kuruluşunun engellenmesi açısından da zorunludur.
Ulus-Devletler ve İslâm Devleti
Sömürgeci devletlerin bizim ülkelerimizde kurdukları devleti bırakıp gitmeleri boşuna değildir. Bilakis bu Batı sömürgeciliğinin zirve noktasıdır. Bağımsızlık çağı olarak isimlendirilmesine karşılık bağımsızlık değil, gerçekte sömürgelik halinin sürdürülmesidir. Batı düzeni bölgedeki Arap-İslâm devletlerinin büyük kısmını hâkimiyeti altına aldı. Hilâfet Devleti’ni parçaladı ve bu ülkelere hükmeden ulus-devletler kurdu. Bu şekilde sömürgeciler tarafından kurulan yerel ulus-devletlerimiz oldu. Yirminci asrın ortalarında (güya) ulusal bağımsızlık hareketleri başladığında işgal kuvvetleri kovuldu. Geride sömürgeciliğin bıraktığı bölgesel güçler ve ulus-devletler kaldı. (Güya) egemenlik Batılı güçlerden yerel iktidarlara geçti ve bu sanki bir tür bağımsızlık gibi göründü ve halklar mutlu oldu. Fakat hakikat bunun aksineydi. Sömürgeciler geride bölgesel güçler ve ulus-devletler bırakmakla kalmayıp bunların yönetimine yerel iktidarlar getirdi. Sömürge düzeni bu yerel iktidarlar vasıtasıyla sürmeye devam etti ve tek İslâm Devleti rüyalarını sona erdiren bölgesel güçler ve ulus-devletlerin kuruluş ve varlığı kutsandı.
Böylece bölge devletleri bağımsızlığın adresi oldu. Fakat bu sahte bir bağımsızlıktı. Yabancı efendiden kurtulup yine o efendinin yönetim sistemine boyun eğmekti. Özgürleşen halkların bağımsızlık duyguları askerî ihtilallerle boğulduğunda en tehlikeli ihtilal gerçekleştirilmiş oldu. Bu ihtilal, mevcut devletlerin İslâmî birliğin inşasını engellemek ve bölgedeki çıkarlarını korumak üzere Batı’nın kurduğu bölgesel güç ve ulus-devletler eliyle Arap-İslâm ülkelerinde gerçekleştirdiği bir işgaldi.
Ümmetin birliğini engelleyen ve Batılı çıkarları koruyan yalnızca Siyonist devlet oluşumu değildir, kukla bölgesel güçler ve ulus-devlet varlıkları da bir tür yeni yerel sömürge vekili olarak Batı’nın çıkarlarını gözetmekte, İslâmî birliği engellemekte, yerel yöneticileri Batı’nın sömürge sisteminin bekçileri haline getirmekte ve İslâm Ümmeti ile Batılı güçler arasında set vazifesi görmektedir. Egemen elitler o ülkenin elitleridir, fakat ülkeyi ümmetin iradesi sömürgeleştirilene ve Batı egemenliğine boyun bükene kadar sömürgeci devlet gibi yönetirler.
Batılı siyasal sistemin özü, Batılı siyasal düşünce ve dolayısıyla kültürel sistemini de taşıyıcı olması sebebiyle bölgesel güçler ve ulus-devletlerde temsil edilir. Bundan dolayı bölgesel güçler ve ulus-devletlerin Arap-İslâm ülkelerindeki bekası, Batılı hegemonyanın bekası için de yeterlidir. Tıpkı tek İslâm Devleti’nin bölgedeki Batı egemenliğini ortadan kaldırmak için yeterli olduğu gibi…
Ulus-Devlet Elitleri
Egemen seçkinlerin İslâmî harekete karşı duruşları aşikârdır. Onlar biliyorlar ki bu hareket devletin sınırlarını ve fikirlerini aştığı gibi, bölgesel ve ulusal sınırları da aşmaktadır. Bu sebeple egemen elitler ya İslâmî harekete karşı savaş açmışlar ya da İslâmî hareketi ulusal ve yerel ölçekte kuşatmaya çalışmışlardır. Arap-İslâm ülkelerinde egemen elitlerin duruşunu incelediğimizde görürüz ki İslâmî hareket her ne zaman ümmetin birliğini kuvvetlendirmeye çalışsa ve her ne zaman tek bir İslâm Devleti rüyasını gerçeğe dönüştürmeye yaklaşsa ya engelleme ya da ulusal çizgide hapsetmeye, bununla beraber halk destek ve dayanışmasından da mahrum bırakmak için elinden geleni ardına koymaz. Sırf İslâmî birlik sözü bile, İslâmî hareketin hâkim düzen ile karşı karşıya gelmesi için yeterlidir.
Egemen elitler, yönettikleri devlet düzeni ile bölünmez bir bütün haline gelmiştir. Egemen elitlerin yapısını ve idaresini bir kenara bırakırsak, bunun bölgesel güçler ve ulus-devletlerin türemesi olduğunu, bekasını ve geleceğini bunların yönetim sistemine bağladığını, Batılı devletlerin savaşını vekâleten sürdürdüğünü, İslâmî birliğin oluşmasını engellemek için çalıştığını görürüz. Bunun için egemen elitler yerel sömürgeci konumundadır veya Batılı sömürgeciliğin vekili sayılması da mümkündür. Çünkü tek bir İslâm Devleti kurulması projesinin önündeki ilk engel budur.
İslâmî Birlik Karşısında Elitler
Laik elitler İslâmî harekete karşı olan bütün söylemlerinde İslâmî birlik/bütünlük fikrini veya İslâmî yönetim sisteminin uluslararası boyutunu kuşatma altına almaya çalışır. Bütün saldırılar İslâm nizamı ve İslâmî hareketin ümmetleşmesi ve uluslararası boyut kazanması idealini hedef alır. Bunun içindir ki basın-yayın organları bu fikri baskı altına alır ve İslâmî hareketin ayrı bir ulusal bağı olduğunu varsayarak, bu fikri ulusal aidiyetten çıkış olarak lanse etmeye çalışır. İslâmî hareketin söylemine karşı ulusal ve bölgesel devlet söylemini vatanseverlik şeklinde göstermeye çalışma savaşı uzun zamandır sürüyor. Böylece İslâmî birlik idealinden yana olan nisbî çoğunluk azalır ve İslâmî hareketin söylemi dar bir ulusal söyleme dönüşür.
Bir kez daha kesinleşti ki İslâmî hareketin siyasal hayata entegre edilmesi ancak İslâmî birlik idealinden vazgeçmesi veya kendi sisteminin uluslararası boyutundan uzaklaşmasıyla mümkün olur. Böylece ulusal bir İslâmî harekete dönüşmesi için üzerinde baskı kurulur, sınırlı ulusal ve bölgesel bir çizgi içerisinde bırakılır. Bütün hedefleri ve ideallerini ulusal ve bölgesel hat içerisinde durdurur. Böylece süregelen süreç yani İslâmî hareketi İslâmî birlik fikrinden ve İslâmî Hilâfet idealinden uzaklaştırma işi tamamlanır. Hilâfet fikri İslâmî hareket aleyhine savaş açılması için yeterli olur.
İslâm birliği idealinden soyutlanmak adeta İslâmî harekete sunulan havuçtur. Sopa ise kuşatma ve güvenlik güçlerinin baskıları ve bunu devletin savaşına çevirmektir. İslâmî hareketin herhangi bir idari oluşumunun varlığına karşı gösterilen aşırı hassasiyet durumu bunu tekit eder. Öyle ki, projesi son tahlilde uluslararası olmasına rağmen, İslâmî hareketin kendisi bile uluslararası düzeyde çalışmaya kadir olamaz. Çünkü o proje bütün İslâm Ümmeti’ni temsil eden uluslararası bir devletin kurulmasıdır.
Hilâfetsiz İslâm veya devletsiz İslâm projesi kurmaya çalışanların ortaya çıkması, tek İslâm Devleti idealine karşı bu yoğun kuşatmanın neticelerindendir. Çünkü İslâm Devleti şiarının kendisi zımnen tek bir İslâm Devleti yani İslâm Hilâfeti manasını içerir. Bu sebeple İslâmî sahada İslâmî birlik idealinden soyutlanmış İslâmî projeler ortaya koyan oluşumlar ve yönelimler sahneye çıkmış, bu da Batılı devletler ve İslâmî hareketi kuşatma operasyonlarının en önemli başarısı olmuştur. Böylece ulusal-yerel milliyetçi İslâmî hareketler üretme serüveni başlamış, bünyesine Batılı projenin tohumları atılmış ve sömürgeciliğin kurup baskıcı, yıkıcı ve yozlaşmış yerel elitlerin yönetimine terk ettiği yerel ulus-devletlerin kucağına atılmıştır. Böylece İslâmî hareketler, yeni elitler sıfatıyla tam da Batı’nın arzuladığı gibi, bu yerel ulus-devletlerin yönetimini üstlenmeye bekâsını sürdürmeye ve herhangi bir şekilde İslâmî birliğin kuruluşunu ve dolayısıyla tek bir İslâmî devletin kuruluşunu engellemeye hazır hale getirilmiştir.
Modern İslâm
Şu halde Batı, yerel ulus-devlet yapısını koruyacak ve tek bir İslâmî Devlet hedefini engelleyecek bir İslâm arıyor ki bu, beşerî inşa sürecinde kurgusal/yapay bir İslâm’dır ve böyle bir başarı sağlanması Batı açısından en büyük zafer olacaktır. Yine Batı’yı destekleyecek bir İslâmî formata ulaşılması durumunda, “İslâmî” etiketini korumaya devam ederken tek bir İslâmî Devlet kurulması girişimleri engellenecek, bu da egemen elitleri daha popüler hale getirecek, onlara büyük bir halk desteği sağlayacak ve iktidardaki konumunu pekiştirecektir. İslâmî birlik rüyasından vazgeçecek olan “İslâmcılık” adeta yerel ulus-devletin hamisi haline gelecektir. Oysa tek bir İslâmî devlet bir rüya değildir. Bilakis ümmetin siyasi birliğinin adresidir ve dolayısıyla kalkınmasının ilk ve tek yoludur. Çünkü ümmetin kuvveti ancak birlik ve bütünlüğünden geçer, bu sayede kalkınabilir. Ümmeti birleştirme hedefinden vazgeçmek, kalkınma hedefinden de vazgeçmektir. Böylelikle görüyoruz ki karşımızda bölgeye yönelik Batılı projeyi koruyan, tek bir İslâmî Devlet’in kuruluşunu engelleyen ve küresel İslâmî projeyi yerel-ulusal bir projeye dönüştürmeye, daraltmaya çalışan ırkçılık ve milliyetçiliğe dayalı yeni/modern bir İslâm anlayışı vardır. Tıpkı, İsrail’in güvenliğini korumak için türetilmiş yeni Filistin örneğinde görüldüğü gibi. Peki, nasıl bir İslâm’dır bu böyle? Devletsiz bir İslâm! Hilâfetsiz bir İslâmî proje! İşte mesele bu, hegemon Batılı hadarat karşısındaki çatışmanın özü bu! İslâmî proje yerel-ulusal çerçeve içine hapsedildiği zaman, Batı’nın zaferini gerçekleştirecek olan savaş da bu! İslâmî proje bu milliyetçi-ulusal kuşatmadan kurtulduğunda ise, işte o zaman İslâmî projenin zaferi gerçekleşecek, tek bir İslâmî Devlet’in geri dönüşüyle somutlaşan rüyanın gerçeğe dönüştüğü tüm dünyaya ilan edilecektir.
1Dr. Refik Habib, Mısırlı Kıpti bir düşünürdür. Daru’l Kutub Yayınevi tarafından kendisine sorulan;“Siz eserlerinizin çoğunda Müslüman toplumların sorunları ve çözüm yollarını işliyorsunuz. Fanatizmin arttığı günümüzde, bu meseleleri çalışan bir Kıpti düşünür olarak kendiniz hakkında az da olsa endişeniz yok mu?” sorusuna şöyle cevap vermiştir: “Bu noktaya basit bir başlangıç yaparak cevap vereceğim. Bilimin gösterdiğine göre bu asırdaki Mısır toplumunun tamamı (Hıristiyanlar ve Müslümanlar) tek bir medeniyetin esaslarına göre yetiştiler. Bu da İslâm medeniyetidir. Bu birinci noktadır. Diğer bir nokta da şu; Mısır’ın coğrafi konumuna baktığımızda görürüz ki Mısır, Arap-İslâm dünyasının kültürünün bir parçası olarak kalacaktır. Onu bu kültürden koparmaya kalkan hata eder. Bundan dolayı biz İslâm medeniyetinin prensiplerine baktığımızda, doğu medeniyeti ile tam bir uyum içinde görürüz. Çünkü bu toplumları birleştiren şey tektir, o da doğu toplumlarını birbirine bağlayan değerler ve ahlak bütünüdür. O halde ben İslâm toplumunun sorunlarından bahsettiğimde, dinimi bir tarafa bırakırsak, kendi içinde bulunduğum toplumun sorunlarından söz etmiş oluyorum ve ben kendimi bu medeniyetin çocuklarından ve bu medeniyetin müzmin sorunlarına çözüm sunmak isteyenlerden biri sayıyorum. Dinlerimizin farklılığına rağmen ben ve Müslüman kardeşlerim birlikte…”