Ne garip bir zamandan geçiyoruz Ya Rab!
Koyun can derdinde kasap ise et derdinde!
Halep Yanıyor! Müslümanlar katlediliyor! Fakat bu yöneticiler kendi şahsi hesaplarının derdindeler.
Ne diyelim? Rabbim bu adamları ıslah etsin.
Başbakan Davutoğlu’nun kurultay kararı alıp, kendisinin kurultayda genel başkanlığa aday olmayacağını açıklaması herkesi şaşırtmış gözüküyor. Yani herkesi ters köşe yaptı. Hiç kimse böyle bir sonucu beklemiyordu. Evet, Erdoğan ile Davutoğlu arasındaki bir takım fikri ayrılıklar herkesin malumuydu. Fakat hiç kimse böyle bir sonucu beklemiyordu. Peki, Başbakan Davutoğlu’nu böyle bir karar almaya ya da aldırtmaya iten sebep nedir? Bu soruya cevap vermeden önce, yaşanan bu son hadiseyi sadece iç dinamikler açısından değerlendirmek resmin bütününü kaçırmak demektir. Bu son yaşananları hem iç dinamikler, hem de dış dinamikler açısından değerlendirmek oldukça önemlidir. Bu makalemde bu kurultay kararını üç açıdan değerlendirmek istiyorum.
- Demokratik sistem açısından
- İç dinamikler açısından
- Dış dinamikler ve Hizb-ut Tahrir’in Türkiye ve Dünya siyaseti üzerindeki etkisi açısından
Demokratik sistem açısından ise, öncelikle demokrasinin vefasızlığı(!) üzerinde durmak istiyorum. Bu sistemde merhamet yoktur. Demokrasilerde insanlar arası ilişkilerde tek bağ menfaat bağıdır. Menfaatlerin çakıştığı veya bittiği yerde bu bağdan söz etmek mümkün değildir. Burada dostluklar biter, burada insani değerler ayaklar altına alınır. İnsanlık adına hiçbir sınır tanınmaz. Tanıdığı şey sadece maslahattır. Aslında bu çok zayıf bir bağdır. İnsanları kullanır, sonra da işi bitince bir mendil misali onu çöpe atar. Bunun örneklerini yakın tarihimizde görmemiz oldukça mümkündür. Menderes, Özal, Erbakan, Gül ve son olarak da Başbakan Davutoğlu. Bu demokratik sistemin ahde vefası yoktur. İnsanları kullanır sonra da onları tarihin çöplüğüne gönderir. Fakat ne kadar garip bir durumdur ki, bu insanlar kendilerinden bir sonraki insanların akıbetlerini görmelerine rağmen bundan ibret almazlar ve akletmezler. Hatta kendilerini bu zelil duruma düşüren bu sistemi hala kutsarlar ve onu ayakta tutmak için tüm güçlerini bu yolda harcarlar.
İç dinamikler açısından ise, bu son yaşanan hadiseye baktığımızda, meselenin aslında başkanlık sistemi üzerinde düğümlendiğini görüyoruz. Diğer konular tali meselelerdir. Cumhurbaşkanı Erdoğan başkanlık sistemini ölüm kalım meselesi haline getirip, bunu en kısa zamanda başarmak istemektedir. Davutoğlu ise bu meseleyi kendi deyimiyle biraz demlenmeye bırakarak, zamana yaymak istemiştir. Aslında Erdoğan’ın bu son hamlesiyle fiili olarak başkanlık sistemine geçtiğini söylemek abartı olmaz diye düşünüyorum. Bununla birlikte Erdoğan ile Davutoğlu arasında bir takım konularda fikri ayrılıklar vardır. Fakat temelde bir ayrılık yoktur. Her ikisi de Amerikan politikaları çerçevesinde hareket etmektedir. Farklılık ya da ayrışma sadece yöntemle alakalıdır. Hatta ben bu meseleyi Mart 2015 tarihinde “ Vehim mi Gerçek mi” isimli makalemde kaleme almış ve Erdoğan ile Davutoğlu arasında var olan gerginliklerin sebeplerini o zaman açıklamıştım. Dileyenler o makaleme göz atabilirler. Bununla birlikte, isimsiz olarak yayınlanan “Pelikan Dosyası” bardağı taşıran son damla olmuştur. Bu dosya da Hocacı diye tanımlanan Davutoğlu’nun siyasetteki başarısızlıkları ifşa edilerek, tabiri caizse Davutoğlu’nun fişi çekilmiştir. Dolayısıyla hükümetin başta Suriye siyaseti olmak üzere şimdiye kadar yürütmüş olduğu hatalı siyasetlerin tüm vebalini Davutoğlu’na yüklemişler ve onu günah keçisi ilan etmişlerdir. Yine bununla birlikte, Yeni Türkiye sloganı ile yola çıkan ve tüm siyasetini buna göre şekillendiren AKP, bu paradigmaya göre siyasetini ve kadrolarını yeniden şekillendirme eğilimi içerisine girmiştir. İşte tam da bu noktada Davutoğlu’nun tasfiyesi gündeme getirilerek, başkanlık sistemine acilen geçilmek istenmektedir. Her ne kadar Davutoğlu başkanlık sistemini istiyormuş gibi görünse de, aslında bu konuda şimdiye kadar isteksiz bir tavır sergilediği gözlenmiştir. Cumhurbaşkanı Erdoğan da artık Davutoğlu ile bu işin yürüyemeyeceğini bildiği için onu gözden çıkarmak durumunda kalmıştır. Burada şöyle bir soru akla gelebilir: Erdoğan niçin Davutoğlu’nu gözden çıkarmakta acele etti? Bir süre daha Davutoğlu ile birlikte hareket edemez miydi? Makalemin başında yaşanan bu son hadiseyi sadece iç dinamikler açısında değerlendirmenin eksik olacağını beyan etmiştim. Biz her zaman resmin bütününe bakıp, belli bir bakış açısı ile olayları değerlendirip, bir sonuca bağlamaya çalışıyoruz. Tabii ki isabet ettiğimiz ve yanıldığımız noktalar olmuştur. Fakat Allah’a hamdolsun ki geneli itibariyle isabetli görüşler ortaya koyduğumuza inanıyorum. Hatta şimdi söyleyeceklerimi bazılarınız inandırıcı bulmayabilir hatta bu adam olayları çok abartıyor, reel düşünmüyor diyenleriniz olabilir. Fakat biraz geniş bir açıdan olayları değerlendirirseniz haklı olduğum ortaya çıkacaktır.
Şimdi ise bu hadiseyi dış dinamikler açısından değerlendireceğim. Sizlerin de malumunuz olduğu üzere, Sovyetler Birliği ideolojisi ile birlikte yok olduktan sonra, kâfir Batı için tek düşman İslam olmuştur. Aslında daha doğru bir tabirle siyasal islam olmuştur. İslam’ı ve Müslümanları hedef tahtasına koymuşlar ve tüm plan ve projelerini buna göre uygulamışlardır. İslam’ın bir daha hayat sahasına dönmesini engellemek için ciddi bir çalışma içerisine girmişlerdir. Hatta son Suriye kıyamı sömürgeci kâfirlerin uykusunu kaçırmış ve tüm siyasetlerini buna göre ayarlamak zorunda kalmışlardır. Buna sebebiyet veren faktör ise hiç şüphesiz, Hizb-ut Tahrir ve onun savunduğu Hilafet fikri olmuştur. Özelikle de Suriye’de bu yönde ciddi bir çalışma yapmış ve Hilafet fikrini toplumda gündem yaparak, Müslümanları Amerikan planlarından uzak tutmakta oldukça başarılı olmuştur. Sömürgeci kâfirler ve özellikle de İngiltere Osmanlı Hilafetini yıkmak için gecesini gündüzüne katarak yaklaşık 150 yıldır çalışmıştır. Fakat İngilizlerin 150 yıl yıkmak için uğraştıkları Hilafeti Hizb-ut Tahrir Allah’ın izni ile yeniden kısa bir zaman diliminde gündem yapmış ve ümmet için arzulanan bir hedef haline getirmiştir. Şu anda başta Suriye olmak üzere İslâm beldelerinin çeşitli bölgelerinde Müslümanların kalpleri bununla mutmain olmuştur. İşte kâfirleri korkutan, onları plan üzerine plan yapmaya sevk eden tam da budur. Düşünün ki devleti olmayan bir Hilafet olgusu için başta Amerika ve İngiltere olmak üzere diğer sömürgeci kâfirler bu kadar ince hesap yapıyorken devleti olan bir Hilafet için ne yapacaklar? Devleti olmayan bir Hilafet sömürgeci kâfirleri bu kadar korkutuyorken, devleti olan bir Hilafet onlar için ne anlam ifade eder acaba?
Buradan yola çıkarak, Amerika için başkanlık sisteminin ne kadar anlamlı ve acil olduğunu anlamak zor olmasa gerek. Özellikle Erdoğan’ın son Amerika ziyaretinden sonra atmış olduğu adımlar oldukça önemlidir. Mesela, İstanbul’da gerçekleştirilen İslam İşbirliği Teşkilatı’nın almış olduğu kararlar. Erdoğan’ın burada yapmış olduğu konuşmalar, yine sözde Sudi Arabistan’ın liderliğini oluşturduğu İslam Ordusu olgusu, Erdoğan’ın yıldızının parlatılarak, lider olarak ümmete yeniden pazarlanma projesi, Erdoğan’ın değişik zaman ve mekânlarda yapmış olduğu son konuşmaların hemen hemen hepsinde İslami söylemin ön plana çıkartılması, Meclis Başkanı İsmail Kahraman’ın yeni anayasada laiklik ilkesinin olmayacağını ve dindar bir anayasanın olması gerektiği konusundaki sözleri ve son olarak da başkanlık sistemine geçişin hızlandırılması. Tüm bunları nasıl okumamız gerekir. Yani Erdoğan’ın böylesi adımları atmasındaki maksat nedir?
Yukarıda Hizb-ut Tahrir’in ve onun savunduğu Hilafet fikrinin sömürgeci kâfirlerin siyaseti üzerindeki etkisini zikretmiştim. Yani özellikle Amerika, bundan sonraki siyasetini Hilafet üzerinden şekillendirecek ve ona göre ayarlayacaktır. Son DAİŞ olayında gördüğümüz üzere. Fakat Amerika bu planında başarısız oldu. İslam ümmetinin Hilafete karşı olan teveccühünü kıramadı. Aksine gün geçtikçe ümmetin Hilafete olan teveccühünün daha da arttığını gördü. İşte bunu baltalamak için Amerika tüm siyasi argümanları kullanmaktadır. Bunu şu an Suriye’de görüyoruz. Yine bununla birlikte Hizb-ut Tahrir’in Türkiye’de gün geçtikte güçlendiği de dikkatlerden kaçmamaktadır. Özellikle geçen sene Ramazan ayında düzenlediği “Büyük Ümmet Yürüyüşü” birçok kesimin dikkatini çektiği gibi, hem sistemim hem de başta Amerika olmak üzere sömürgeci kâfirlerin dikkatini de çekmiştir. Yine bu sene 3 Mart’ta ve 6 Mart’ta İstanbul ve Ankara’da düzenlenen uluslararası sempozyum ve konferans bir çok kesimin dikkatini çektiği gibi, sömürgecilerinde dikkatini ciddi anlamda çekmiştir. Aynı şekilde Nisan ayında gerçekleştirilen terörizmle ilgili konferans ve bu konuda bir ültimatom niteliği taşıyan iki mektubun Amerika ve İngiliz büyükelçiliklerine verilmesi de dikkat çeken diğer bir husus olmuştur. Artık bundan sonra bu gerçekler dikkate alınmaksızın bir politikanın takip edilmesi zor görünmektedir.
Şimdi Türkiye’de gelişen son olayları bu bağlamda değerlendirmek daha doğru olacaktır. Bundan dolayıdır ki kısa zamanda başkanlık sistemine geçilmek istenmektedir. Bu söylediklerim bir iddia değil bilakis bir hakikattir. Özellikle de hem başkanlık sisteminin hem de sözde teröre-Hilafete- karşı kurulduğu iddia edilen “İslam Ordusu”nun bazı çevreler tarafından, Hilafetin ordusu olarak nitelendirilmesi bu söylediklerimizi desteklemektedir. Hatta başkanlık sisteminin Hilafetin bir ön aşaması olduğu fikrinin pazarlanması da bu söylediklerimizi teyit etmektedir. Dolayısıyla Amerika adımlarını buna göre atmakta ve planlamaktadır.
Sözün özü, devletsiz bir Hilafet fikri başta Amerika olmak üzere diğer sömürgeci kâfirlerin stratejik planlarını ve siyasi dengelerini alt üst ediyorsa, acaba devleti ile beraber var olan bir Hilafet karşısında kâfirlerin halleri nice ola?
YILMAZ ÇELİK