Home / News / OKUYUCUDAN / Makale / SEKÜLERİZM TARİHİNDE KEMALİST TÜRKİYE
islam devleti default

SEKÜLERİZM TARİHİNDE KEMALİST TÜRKİYE

SEKÜLERİZM TARİHİNDE KEMALİST TÜRKİYE   Sekülerizm; dünyacılık (dünyayı sevme, ahireti unutma) olarak bilinir. Genel olarak laiklikle eş anlamlı bir kavramdır. Türkçeye Fransızcadan geçmiş bir sözcüktür. Temel anlamı, dine dayanmama ve din ile devlet işlerinin birbirinden ayrılması olarak tanımlanır.

Laikliğin tarihçesine baktığımızda; ilk, orta ve yeniçağlarda kurulan devletlerin hepsi dinsel temellere dayanıyordu. Egemenlik, dine dayanınca din adamları devlet yönetiminde etken, dinsel kurallarda, yönetimde temel ilkeler oluşturuyordu. Statik ruhani kuralların düşünce özgürlüğünü boğması, dolayısıyla ilerlemeyi durdurması yüzyıllarca süren ortaçağ karanlığına yol açmıştı. Eski çağlardan beri din insanın günlük yaşamında, toplumsal düzeninde ve devlet yönetiminde etkili olmuştu. Özellikle Hıristiyanlık, Ortaçağ Avrupa sonlarına kadar her alanda etkili olmuştu. Papalar, krallara hükmedebiliyor, papaz, rahip ya da keşiş gibi din adamlarının, Hıristiyan dinin kurallarına göre insanın yaşamını yönlendirebiliyorlardı. 16 yy. Dinde Reform olmaya başladı. Edebiyat, sanat ve bilim olarak adlandırılan Rönesans dönemiyle birlikte, bir atılım dönemi de 15. yy. ve 16. yy. gerçekleşti. Böylece Hıristiyanlık dünyasında, din yaşamın birçok alanında etkisini yitirmeye başladı. Özellikle, eğitim ve öğretim alanında yenileşme odu. 1789 Fransız ihtilaliyle birlikte, laiklik yavaş yavaş devletin bütün kurumlarında ve toplumda kendini kabul ettirdi. Laikliğin böyle bütün kurumlara girmesinin temel nedeni, dinsel statüdekilerin halkı sömürmeleriydi. Halkın, eğitim-öğretim ve düşüncelerini engellemeleriydi. Hatta cennetten toprak satarak, aforoz ederek, halkı her alanda perişan etmeleriydi. Birçok, bilim, sanat adamını düşüncesinden dolayı idam etmeleriydi. Halkın düşünce hürriyetleri diye bir alternatifleri yoktu. Artık din sadece ruhani bir alanda varlığını sürdürecek, hayata kesinlikle müdahale etmeyecekti. Böyle bir uygulamaya gidilmesinin temel nedeni, bozulmuş Hıristiyan dininin, din adamları tarafınca menfaat olarak kullanılmasıydı. Avrupa’da dinde yenilikler gerçekleşirken, İslam aleminde böyle bir Reform gerçekleşmemişti. 16. yy. İslam Devletinin temsilcisi olan Osmanlı Hilafet Devleti, dünyada süper güç durumundaydı. İslam Devleti, süper güç bile olmasaydı, bu kavramı almaya neden olacak bir durum yoktu; çünkü İslam dini, hayatın her alanına çözüm getirmiş; siyasi, iktisadi, içtimai ve cezai alanda hayata mükemmel çözüm sunmuş olmasıdır.

Peki, ne oldu da, bu muntazam derece mükemmel olan dinin, hayattan arınmasına sebep oldu? Kısaca bakalım isterseniz: İngilizlerin kurduğu yeni Osmanlılar (Jön Türkler) olarak bilinen İttahat Terakki Cemiyeti, Osmanlının hukuki, siyasi ve askeri gücünü kırmak için her alanda rezilce çalışmışlardır. Osmanlı Hilafet Devletinin hukuki gücünü kırmak için Tanzimat ve Islahat Fermanlarını yayınladılar. Siyasi gücünü kırmak içinde, İslamiyet’in Dehası -siyasi dehasıyla Avrupa’yı titreten- Halife Abdülhamid’i tahttan indirdiler. Oysaki batılılar bile siyaseti Halife Abdülhamit’ten öğrendiklerini söylerler. Alman İmparatoru Wilhem, Halife Abdülhamid’in nefretiyle dolu iken, siyaseti ondan öğrendiğini söyler; Prens Bismarck ise; dünyada 100 gram akıl varsa %90 Abdülhamit’te, %5 bende, %5 ise bütün siyasilerdedir der ve Halifemizi, asrın en büyük siyasi dehası ilan etmişti. Peki, soruyorum, bu dehayı tahtan indirenlerde % kaç akıl vardır? Ayrıca Halife Abdulhamid, Osmanlının 300 milyon dış borcunu 30 milyona indirmişti. Mason İttahat Terakki ise; (1909-1918) 9 yıllık dönemde, Osmanlının 30 milyon dış borcunu 400 milyona çıkararak, Osmanlının ekonomi gücünü kırarak, Avrupa’ya bağımlı hale getirmeye çalıştılar. Ustad N.Fazıl, Abdülhamid’e hakaret edenlere şöyle cevap veriyor: 36 Türk hükümdarı arasında belki en büyüğü ve tarihi hakkı muazzam bir zat mevzuunda yahudi, dönme, mason, kozmopolite ve emperyalizme ajanlarıyla el ele, İttihat ve Terakki eşkıyasının imal ettiği ve Cumhuriyet rejimi boyunca devamına şahit olduğumuz yalancı tarihe paydos! Dünyada her şeyin sahtesi görülmüş, fakat ilim ve tarihin devamlı yalancısına rastlanmamıştır! (Necip Fazıl: Ulu Hakan 2 Abdulhamid Han).

İttahat Terakki, Trablusgarb savaşı ve Balkan savaşlarını kaybetmemize neden oldukları gibi, 1913 yılında, Babı- Ali baskını yaparak hükümeti ele geçirerek, Abdülhamid’in 33 yıllık faaliyetlerini dile getiren 500 yıllık kütüphaneyi (İstanbul’da) yaktılar. Birinci Dünya savaşına girecek hiçbir neden yokken, sırf Alman hayranı ve ajanı olan Enver Paşa önderliğinde savaşa sokarak, Osmanlının parçalanmasına neden oldular. (Kemal Arkum: İttahat ve Teraki sy 87)

Bu ajanlar, Sarıkamış’ta binlerce İslam askerini şehit ederek, Osmanlının askeri gücünü kırmıştılar. Mondros Antlaşmasını da imzalayarak (Rauf Orbay), Osmanlı İslam Devletinin toprağını satarak, savaş sonunda ise ülkeden Alman gemisiyle utanmadan kaçtılar. Sonuç olarak Osmanlı İslam Devleti, bu hainler yüzünden yenilmişti.

4 Temmuz 1918 Yılında, Padişah olan Halife Vahideddin ateşten gömlek giymişti/giydirilmişti. Mondros Antlaşması’nın maddelerini görüşte yırtan ilk kişi, Halife Vahdeddin’dir. Mondros antlaşmasından sonra, İtilaf devletleri bütün yurdu kuşatmış, işgal etmekteydi. Halk kendi bölgesini savunmaya başlamıştı. Anadolu’daki halk, alim, hoca, medrese talebeleri önderliğinde savaşıyordu. Ama düzensiz birlikler halinde. Vahideddin kendi Anadolu’ya gitmek, Ama gidemezdi çünkü işgal altındaki İstanbul’un (Hilafetin Merkezinin) İngilizler tarafından işgal edilip, saf dışı bırakılıp, Osmanlı İslam Devletine son verebilirlerdi. Bir diğer neden, çıkan bir habere göre, İngilizler Ayasofya’ya çan takma niyetindeydi. Bu çan takma haberinden sonra, Halife Vahideddin, emrindeki ve onu korumakla görevli 700 kişilik askeri Ayasofya önüne mevzilenerek; bırakın benim hayatı mı siz Ayasofya’yı koruyun, en ufak bir İngiliz müdahalesi olursa, emir beklemeden son kurşuna kadar savaşın emrini verir. (İsmail Çolak: Son Osmanlı Vahdettin syf 42)

Ondan İstanbul’da kalmalıydı. Ama birini Anadolu’ya göndermeliydi. Bu, kim olabilirdi. Seyit Abdulhakim ve diğer ulamanın görüşünü alan Halife Vahideddin, kesin karar aldı, mücadele Anadolu’da başlamalıydı; ama kimin gönderileceği kesin değildi. Halife Vahideddin, Serasker Feyzi Paşadan, Mücadeleyi başlatacak kumandanların isimlerini ister. Feyzi paşa, 10 komutanın ismini verir; ama bunların içinde M. Kemal yoktu. Halife Vahideddin Feyzi Paşaya, niye listede M. Kemal yok diye sorunca? Feyzi Paşa: M. Kemal Cumhuriyetçidir, Halife ve Saltanat yanlısı değil, ondan listeye almadım der…

M. Kemalin 1917 yılında Filistin, 1918 yılında Suriye Cephelerini, izin almadan tekeden, 120.000 askeri başsız bırakarak, süngülenerek öldürülmelerine neden olan ve 60.000 askerimizin esir alınarak Mısır’a gönderilmesine neden olan M. Kemal bu gerçekleri değil de, tam tersini telgrafla saraya bildirmişti. (Erciyes Tarih Bölümü Öğretim üyesi (T.T.K. Başkanı) Prof. Dr. Metin Hülagü: Son Padişah Vahdeddin).

Tarihçi Yavuz Bahadıroğlu, Kayıt Dışı Tarihimiz kitabında; gerçekten de İstiklal(!) savaşımızın motivasyon kaynağı Hilafettir. Dağıtılan tüm bildirimlerde ve yapılan tüm konuşmalarda, Halifeyi kurtarma misyonu ön plandaydı. Yıllar boyu süren savaşlardan yorgun düşmüş bir milleti, tekrar ayağa kaldırıp zafere ulaştıran motivasyon kaynağı şüphesiz Hilafettir. Eğer Hilafet ve Halife sloganları olmasaydı, yorgun bitkin Müslüman Anadolu halkının savaşacak gücü yoktu. Hilafet söylemleri Anadolu halkına heyecan vermişti. (Yavuz Bahadıroğlu: Kayıt Dışı Tarihimiz)

Ancak Kahraman Komutan Kazım Karabekir’e kulak vermeyen M. Kemal, Cumhuriyeti ilan etme yoluna koyulmuştu. Erzurum Kongresinden sonra, M. Kemal Halife’den bağımsız kararlar almaya başlar ve milli iradeden bahseder; yani artık halkın egemenliğine geçişin işareti verilmişti. Artık İtilaf devletleri yurttan çekilme kararı almıştı; çünkü yeni bir sitemin temeli atılmalı ve meşru sayılmalıydı. 1. Dünya Savaşında İngiliz, Fransa, İtalya vb. (İtilaf Devletleri) ile savaştığımız halde Kuvayı milliye de hiçbiriyle savaşılmamış, tek kurşun bile atılmamıştı. Sadece Yunanlılar ile savaşılmıştı. İngilizler, İstanbul’u işgal ettiği halde isteklerinin kabul edilmesi halinde, yurttan çekileceğini bildirmişlerdi Ankara meclisine. Artık Osmanlıyı yok edip yeni bir devlet kurulmalıydı; ama nasıl olacaktı? Lozan antlaşmasına, İstanbul ve Ankara hükümeti birlikte çağırılıp, Ankara hükümetinin atacağı adımlarda meşru hala getirilmeye çalışıldı. Bunun için ilk önce Saltanatı kaldırdılar. M. Kemal ve adamları İngilizleri arkalarına alarak, Halife Vahdeddin’i İngiliz gemisiyle Mala’ya gönderdiler. Bunu, İngilizler çoktan tertiplemişti. Luort Corjon, Anadolu harekatının başarıya (kendi istedikleri gibi) gidilebilmesinin tek yolu, Halife Vahideddin yurt dışına sürülmesidir der.

Vahideddin haindir diyenlere, Üstad Necip Fazıl Vatanperver Vahideddin kitabında şöyle cevap veriyor; Vahideddin hain değildir. …Vahdeddin’in Anadolu’ya geçmemesinin nedeni ise; Üstad N. Fazıl: İngilizler bütün bir ecdadı, hazinesini mahvedeceğini, yağmalayacağını ve şehrin bir daha alınmayacağını bildiği için, yüreği yana yana Anadolu’ya geçmemiş; ama Anadolu harekatını maddi ve manevi bütün imkanlarıyla desteklemiştir. Ona, kim vatan haini diyorsa, kendisi vatan hainidir. (Necip Fazıl: Vahideddin)

Bu tarihi olayları anlatmamın nedeni; Cumhuriyet tarihi boyunca Halife ve Hilafete Laik Kemalistlerin hain, ajan, işbirlikçi demeleriydi. …Laik Kemalistler niçin Vahdeddin’e hain demelerini şöyle itiraf ederler: Flaş TV Ankara Temsilcisi Sabahattin Tuncerin sunduğu, Sultan Vahideddin hain mi? değil mi? konulu programda konuşmacı olarak katılan; Laik Kemalist Erdoğan Aydın, Laik Kemalist Ankara Türk Dili, Tarih ve Coğrafya Fakültesi Başkanı Prof. Dr. Yavuz Ercan ve Üstad Kadir Mısıroğlu. Bu Kemalistler, Vahdeddin’in hain olduğunu kanıtlayacak herhangi bir belge koymadıkları gibi; Kadir Mısıroğlu’nun Vahideddin hain olmadığını bütün tarihi belgelerle kanıtlamasına rağmen, bu laikler (Erdoğan Aydın,Yavuz Ercan) biz, Vahdeddin’e hain değil dersek, o zaman M. Kemale hain dememiz lazım ki bizim bunu kabul etmemiz imkansızdır. Sonuç itibariyle Halife Vahideddin hain değil, gerçek bir kahramandır. Ülkeden kaçmadı, zorla kaçırılmıştır. Halife, apar topar yurt dışına sürüldükten sonra, M. Kemal, meclise danışmadan, -meclisin görüsü alınmadan- İsmet İnönü’yü Lozan’a göndermişti. Lozan’da dönen İsmet İnönü, Eskişehir tren garında, M. Kemal ve Latife hanım karşılar. M. Kemal İnönü’ye; İngilizler bizden ne istediler diye sorunca? İnönü; 4 büyük madde istediler. Bunlar: 1) Hilafet ilga edilmeli 2) Halifenin malına el konulmalı 3) Halife ve ailesi yurt dışına gönderilmeli 4) Türkiye Laik Cumhuriyet olmalıdır. ( Latife Hanım: Lozan Antlaşması ve Gizli Maddeler Anı kitabı)

Bu maddeleri gerçekleştirmek çok zordu. Hatta imkansızdı; çünkü birinci Büyük Millet Meclisi, Hilafet ve Halife yanlısıydı ve İslam için mücadele etmişlerdi. …Ondan çoğunluğu kendi yanına çekmek için, Birinci Büyük Millet Meclisini kapatıp İkinci Büyük Millet Meclisi açarak mecliste çoğunluğu elde ettiler. İkinci Meclis açılır açılmaz, 23 Nisan 1923 yılında Cumhuriyeti ilan etme yoluna gittiler. 22 Kasım 1922′ den beri devam eden Lozan görüşmeleri, 24 Temmuz 1923 yılında resmi olarak imzalandı. Lozan’da sadece 4 büyük madde istenmemişti. Kıbrıs, Suriye, Batum, Batı Trakya, Musul, Kerkük ve Süleymaniye İtilaf devletlerine bırakılmıştı. (Yavuz Bahadıroğlu: Kayıt Dışı Tarihimiz)

Ve bunca maddi ve manevi kayıptan sonra, Lozan’a çıkıp başarı demek ne kadarda akıl mantık dışıdır değil mi? Kimine göre Lozan başarı, kimine göre hezimet ise de bana göre; İslam Ümmetine yapılan en büyük ihanettir. Sonuç olarak İngilizlerin istediği 4 maddeden biri (cumhuriyetin ilanı) gerçekleşmişti; ama Ankara Hükümeti Hilafeti kaldıracak cesareti bulamadılar; çünkü hilafeti kaldırmak onların sonu olacaktı. 1923 yılından sonra, mecliste geri kalmışlığımızın nedeni İslam olarak dile getirilmeye başlanarak, İslam aleyhine konuşulmaya başlanılmıştı. Mecliste büyük çoğunluğu elde eden bu laik kesim, 3 Mart 1924 Hilafeti ilga ettiler. Halife ve Osmanlı ailesini yurt dışına gönderdiler ve Halifenin malına el koydular. Lozan’da istenen 4 büyük madde nasılda aşama aşama gerçekleştirilmiş değil mi?

Hilafetin ilga edilmesi ise; İslam Ümmetinin başının kesilmesi demektir, artık Müslümanlar başsız kalmıştı. Allah Resulünün söylediği; “Halife bir kalkandır; ancak onun arkasında savaşılır, onun arkasından korunur.” hadisine ihanet edilmişti. Artık bizi koruyacak bir kalkanımız kalmadı.

Sömürgeci kafirler, o günden sonra İslam Ümmetini katletmeye başladılar, mallarını mülklerini, servetlerini çaldılar, halada çalıyorlar. Binlerce Müslüman kadının ırzına geçtiler. Yemen, Hicaz, Çeçenistan, Afganistan, Pakistan, Cezayir, Keşmir, Irak, Filistin vb. ve hala devam eden Suriye katliamının gerek kafirler, gerekse kafir yanlısı, kafir ajanları ve işbirlikçileri tarafından katledildi/katledilmekte. Bu katliamların sorumlusu, şüphesiz Hilafeti kaldıranlardır.

Mustafa Armağan, “Hilafetin İlga Edilmesini İngilizler mi istedi” yazısında şunları söyler: Artık İngiltere ve müttefiklerinin, baskı ve zorlamaları yüzünden Hilafetin kaldırıldığını açıkça söylenilmeli, bunun çok isteniyorsa, o günler için zorunlu olduğu, başka bir türlü bu devletin yaşatılmayacağını itiraf edilmeli ki toplumda gerçekleri bilsin.

1925 Şeyh Sait, Hilafetin geri getirmek için kıyama kalkışmışsa da hıyanete uğramasından dolayı başarılı olamamıştı.

Artık, seküler hayat önünde engeller yavaş yavaş aşılıyordu, inkılaplar yerleştirilmeye başlayabilirlerdi. Bu yeniliklere bakalım isterseniz, bizlere nelere mal olmuştur. 1924 İş Bankasını kurdular. Nasıl kurdular bakalım: Hint Müslümanların (Şimdiki Pakistanlılar ve Bangladeşliler) her kuruşunu İstiklal Harbin de kullanılması için aralarında toplayıp gönderdiği 500.000 TL’nin sadece 120.000 TL’sini Kuvayı milliyede harcayıp, 320.000 bin TL ile İş Bankasını kurdular 60.000 TL’sini CHP cebine attılar. (Yavuz Bahadıroğlu: Atatürk’ün Serveti) Ben bir Müslüman olarak, o parada biraz olsun hakkım varsa, CHP ye helal etmiyorum.

1924’te Başbakana bağlı bir Diyanet İşleri Başkanlığı kurarak, İslamiyet’i her yönden yozlaştırdılar. Bu kukla kurum, İslamiyet’in siyasi, yönetim, iktisadi, içtimai ve cezai alandan yoksundu. Diyanet Başkanı ve üyeleri; binlerce Müslüman katledildiği halde, genel evler açıldığında ve kadınlar satıldığı halde sessiz kaldılar. İçki fabrikasının kurulmasına, kumar ve faizin kullanılmasına sessiz kaldılar ve utanmadan İslam’ın neyini istiyorsunuz? Diyanet işleri varken diyorlar. Diyanetin, İslam’da olmadığının en bariz örneği; bu yıl Kurban Bayramının Türkiye de Cuma, Arabistan’da Cumartesi ve Kuveyt’te Pazar olarak kutlanmasıydı. Akit Gazetesi ne güzelde başlık atmıştı; Halife yok birlik yok diye.

Neyse inkılaplara devam edelim. Şeyh Sait kıyamından sonra, 4 Mart 1925 Takriri Sükûn ile İstiklal Mahkemelerini kurup, binlerce İslam Ümmetinin evladını şehit ettiler.

28 Kasım 1925 Şapka ve Kıyafetler kanunu çıkarıldı. Karşı çıkanlar ise idam edildi. İskilipli Atıf Hocanın, yazdığı Frenk Mukallitliği kitabı, 1924 yılında yayınlayan Alim hocamız, Milli Eğitin Bakanı tarafından ödül verildi. Ödül verilen bu kitap, 1925 yılda ilerlemeye engel diye toplatılıp, Hocamız idam edilmişti. Hocamıza, mahkemede Kel Ali lakaplı Ali Çetinkaya Hoca; Fesi bırakıp şapkayı alsan ne olur? diye sorunca; Alim Hocamız; siz arkanızdaki T.C Bayrağını bırakıp, İngiliz bayrağı alsanız ne olur? diye cevap verince, Kel Ali cevap veremeyerek, bir gün sonra hocamızı şehit etmiştir. Dünya konjöktüründe bir kişiye ödül verip te sonra idam eden tek zihniyet, Laik Kemalist zihniyetidir.

Şapka kanununun sonuçlarını, Kemalistlerden dinleyelim isterseniz. Erzurum’da 13 Dadaş, şapka giymeyiz dedikleri için idam (şehit)edildi. Rize’deki Lazlar, kuma gömüldü, 143 kişi idam (şehit) edildi. Kahraman Maraş’taki Kürtler, idam (şehit) edildi. 24-25 Kasımda yürüyüş yapan 200-300 kişilik Kayseri’de Türkler, idam (şehit) edildi. Sivas’ta duvara afiş asıp, şapka giymeyiz diyen Müslümanlar idam (şehit) edildi. (Genç Cumhriyetin Türkiyesi: syf: 59)

Bunlar; Kemalistlerin verileri, siz birde Üstad Necip Fazılın kaleme aldığı, Son Devrin Din Mazlumları kitabına bakın, kaç kişi katledilmiştir. Çoğu Alim ve Hoca ya idam edildi ya da hapishanelerde işkenceye maruz kaldı. Bunların en bariz örnekleri: Alim Şeyh Şait (Şehit edildi 47 kişiyle), İskilipli Atıf Hoca (Şehit edildi)…

17 Şubat 1926 yılında, İsviçre’den Medeni Hukuk alınarak toplumu yozlaştırdılar. Avrupa’dan alınan Medeni (İsviçre), Ceza (İtalya), İdare (Fransa) hukuk sistemini incelediğimizde Ortaçağ, yani Roma Hukuku kaynaklı hukuk sistemi olduğu görülecektir. Fatih, İstanbul’u İslam hukuku (Şeriat) ile fethederek Ortaçağı kapatıp, Yeniçağı açtığı halde ne yazık ki Laik Kemalistler, bu Yeniçağı bırakıp, Ortaçağa (cahiliye dönemine) geri döndüler. Avrupa’nın bilim, teknolojisini almayıp, kokuşmuş kültürünü aldılar, cahiliye hukuk sistemini aldılar. Cennet kokulu başörtülü annelerimize çağ dışı dediler. Ve kadınları açıp saçmak medeniyettir dediler. Şair Mehmet Akif ne güzelde söylemiş;

Kim demiş Avrupa insanı medeni!

Ne haya var, ne edep, çırıl çıplak bedeni!

Medeniyet dediğin açıp saçmaksa bedeni!

Desene hayvanlar bizden daha medeni.

1926 yılında Şeriat kaldırıldı diye, M. Kemale şiir yazan M. Akif, 1926 da M. Kemal tarafından Mısıra sürgüne gönderildi. 1926-1936 yılları arasında sürgün hayatı yaşadı. Vefat ettiğinde, bir kefen parası bile üzerinde yoktu, tek gelir kaynağı kalemiydi, şiirleri yayınlanmasına bile izin verilmedi. (M. Necati Bursalı: Son Dönemin Din Mazlumları)

1928 Anayasa değişikliğiyle devletin Dini İslam’dır, ibaresi kaldırıldı ve laik devlet yolunda büyük bir adım daha atılmış oldu. 12 Nisan 1931 yılında Türk Tarih Kurumu kurulup, tarihi gerçekler çarpıtılarak bize öğrettiler/öğretildi. Vatan Kahramanlarını vatan haini (Vahideddin vb.) ve vatan hainlerinin de vatan kahramanı ilan ettiler. (Enver Paşa, Talat Paşa, İsmet İnönü vb.) Ezana bile ihanet edip, 18 Temmuz 1932 yılında, M. Kemalin Bakanlar Kurulu ile Ezan, Gamet Türkçeye çevrilmiş oldu. M. Kemal, “Bursa Nutkunda” Türk Gençliğine seslenerek, sorun din değil, dildir ve Türk Dilini korumak için, Ezanı Türkçeye çevirdiğini dile getirir. Allah aşkına ne alakası var; çocuk bile güler, ezanın Türkçeye çevrilmesinin dil sorunu olarak görülmesine. Ezanın Kürtçe okunması ne kadar yanlış, abes ve büyük cürüm ise; Türkçe okuması da o kadar büyük cürüm olmakla, İslam’a ve Müslümanlar yapılan en büyük ihanettir.

1 Şubat 1935 Yılında Ayasofya, M. Kemalin Bakanlar Kuruluyla camiden müzeye çevrilmiştir. Hala da müze olarak durmakta… Müzeye çevrilmelerini Kemalistler şöyle anlatırlar: Celal Bayar M. Kemale, Yunan Başbakanının Atina’da kendisine Balkan Paktını kabul etmesi için; Ayasofya’nın kamuoyunu memnun edecek bir şeyler yapılamasını söyler. M. Kemal de Ayasofya’yı müzeye çevirirsek, hem Yunanlılar bir jest yapmış oluruz, hem de Balkan Paktını kurtarırız, öyleyse yapalım der ve yaparlar. (Genç Cumhuriyetin Türkiye’si).

Peki, Fatih ne demiştir, Ayasofya hakkında: Ayasofya’ya ilk giren Fatih, Ayasofya Hitabesini yazdırarak benden sonra kim, Ayasofya’yı camiden başka bir şeye çevirirse Allah’ın, Peygamberin, Sahabelerin ve bütün Müminlerin laneti onun üzerine olsun. (Fatih Sultan Mehmet: Ayasofya Hitabesi)

Ayasofya’nın müzeye çevrilmesi olayını, birde Üstad N. Fazıldan dinleyelim: “Bana öyle geliyor ki; yalnız manayı anlasak, yalnız onu yerine getirebilsek, Ayasofya’nın kapıları sabır taşı gibi çatlar, kendi kendisine açılır. İsterse açılmasın; ondan sonra her şey, küçük bir tatbikat işinden ibaret kalır. Biz kimden, neyi istiyoruz… 10 milyon kilometre karelik bir zemini 700 bin kilometre kareye indirdikten ve bu hâlin ismine millî kurtuluş dedikten sonra… Evet, bütün bunlardan sonra… Toprağı kaybedilmiş kubbelerden birini mi istiyoruz? İnsana gülerler!. Bizi bu hâle getiren, annemizin cennet kokulu başörtüsünü sarhoş kusmuğuna bez diye kullanan, ahlâkımızı Paris’in dünya çapındaki Şabane kerhanesinden daha aşağıya düşüren, … zekâmızı maymunlaştıran ve kalbimizi kanserleştiren, tarihi 126 yıllık cereyanın, kendi öz evimizde, yüzümüze kapadığı oda, ruh ve mukaddesat odamız… Ayasofya budur! (N. Fazıl: Ayasofya Hitabesi/Konferansı).

Şimdi gelelim Dersim olayına: 31 Ağustos 1935 Yılında İsmet İnönü, Şark Raporunda, Kürt Meselesi hala çözüme kavuşmadığı, acilen Umum Müfettişliği kurularak ordunun büyük öneme haiz olduğudur; çoğunluğun Kürtlerin oluşturduğu Dersim, devlet gözünde çıbanbaşı olarak görülüyordu. (Genç Cumhuriyetin Türkiyesi syf 74) Laik Kemalistler, Kürtleri asimile etmek için yola koyuldular. Birçok karakol ve köprü kurarak ordu ile oraya (Dersim) girmek istediler. Bunu anlayan Dersim halkı, köprü ve karakollara baskın yaparak Seyit Rıza önderliğinde yaktılar; yani devletin onları katletmesini engellemeye çalıştılar. M. Kemalin teklifi, İsmet İnönü komutasında ve Sabiha Gökçenin 50 kg uçak savarlarla, Dersim ve köylerini çoluk çocuk, kadın erkek, yaşlı geç demeden 50.000 Kürt, dünyada eşi benzeri görülmemiş bir katliamla katlettiler. ( Necip Fazıl: Son Devrin Din Mazlumlar; Doğu Faciası syf 167) Dersim Seyit Rıza önderliğinde ayaklandı ve ondan katledildi, deniliyor Kemalistler tarafından, hadi doğru diyelim. Peki, ikinci Dersim katliamına nasıl safsata uyduracaksınız? 11 Haziran 1938 ikinci Dersin harekatı ise ne gariptir; vergisini veren, askere giden; Pertek, Mazgirt, Nazimiye, Pülümür, ilçe ve köylerinin yanında, Erzincan’ı içine alarak katliam yapıldı. 13.086 isyancıyı öldürüldüğünü, 11.863 kişiyi ülkenin değişik bölgelerine gönderdiğini, utanmadan söylüyorlar. (Genç Cumhuriyetin Türkiye’si)

…Laik Kemalistler, cami görevlilerini başka yere alıyor; sonra personelsiz kaldığı için kapatıyordular. Camiler kapalı olduğu içinde satılıyordu! Aa! nasıl olur diyeceksiniz? Cami nasıl satılır. Bakalım isterseniz? Hangi cami ne kadara satılmış: Edirne’deki Balaban Cami 30 liraya, Esmehan Sultan Cami 70 liraya, İbrahim Paşa Cami 1938 de 450 liraya keresteci Misona, Erkici Hamamı 1939 da metre karesi 25 kuruştan Bahor Efendiye satılmıştı. Hidayat Caminin zemin kısmı, Türk Ticaret Bankası adliyesi, Küçüksu Cami (Anadolu Hisarı) CHP ocak merkezi, Darulkurra Süleymaniye kütüphanesi CHP ocak merkezi haline getirilmiştir. (Yavuz Bahadıroğlu: Kayıt Dışı Tarihimiz) Hangi caminin ahır, samanlık, ve…. çevrildiğini dile getirmeye gerek yok sanırım. Bu veriler, Laik Kemalistlerin gerçek yüzünü göstermiştir sanırım. 

1937 de laiklik Anayasaya alındı, artık istedikleri gibi İslam’a hakaret edebildiler. ATATÜRK’ÜN TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİNİN V. DÖNEM 3. Yasama Yılını Açış Konuşması (1 Kasım 1937) (Millet Meclisi Tutanak Dergisi D. V, C. 20, Sa. 3) M. Kemal, Allah ve Peygamberden korkmadan, utanmadan Kur’an’a şöyle hakaret eder: Dünyaca bilinmektedir ki, bizim devlet yönetimimizdeki ana programımız, Cumhuriyet Halk Partisi programıdır. Bunun kapsadığı prensipler, yönetimde ve politikada bizi aydınlatıcı ana çizgilerdir. Fakat bu prensipleri, gökten indiği sanılan kitapların doğmalarıyla asla bir tutmamalıdır. Biz, ilhamlarımızı, gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya yaşamdan almış bulunuyoruz. İşte, M. Kemalin gerçek yüzünü meclis konuşmasında görüyoruz. Buna da Kemalistler laiklik diyorlar; laiklik için söylenmiş bir söz diyorlar.

Şimdi gelelim laikliğe. Neymiş bakalım bu laiklik.

Laiklik: Dine dayanmama, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması olarak tanımlanır. Yani, Allah’ın egemenliğinin, kanunlarının, şeriatının ve Şer’i hükmünün yeryüzünde veya devlet bazında uygulanmamasıdır. Daha net bir açıklamayla, Kur’an’ın anayasada olmadığı bir devlet sistemidir. Bakalım Kur’an ne diyor laiklik hakkında:

 “Kim, Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse (yönetmezse) işte onlar kafirlerin ta kendileridir.” (El-Maide 44 )

“Kim, Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse (yönetmezse) işte onlar zalimlerin ta kendileridir.” (El-maide 45)

“Kim, Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse (yönetmezse) işte onlar fasıkların ta kendileridir.” (El-Maide 47)  Yani, Kur’an’ı Kerimin anayasa da olmadığı bir devlet sistemi kafir, zalim ve fasıktır. Umarım bu ayetler laikliği anlatmaya yetmiştir.

Şimdide gelelim Laik Kemalistlerin savunduğu; inanç hürriyeti, düşünce özgürlüğü, mülk edinme özgürlüğü ve kişisel özgürlüğüne.
İnanç Hürriyeti: İnsanın dilediği ideolojiye veya dine inanma, dilediği dini ve fikri inkar etme, dinini değiştirme olarak tanımlarlar. Müslümanlar, kimseyi dine girmeleri için zorlayamaz; ama Müslüman olan birini dinden dönmesi veya başka dine girmesi kesinlikle yasaklanmıştır. Allah Resülü; “Kim, dinini değiştirirse öldürün” buyurmuştur. Günümüzde bir Müslümanın semavi (Yahudilik ve Hristiyanlık) inanması veya Kapitalist ve Komünist gibi batıl ideolojilere inanması haramdır. 

Düşünce Özgürlüğü: Herhangi bir iş hakkında, insanın dilediği görüşü ve işi açıklama, kayıtsız şartsız söyleyebilme hakkına sahip olmasıdır. Düşünce özgürlüğü ile biri Allah’ı inkar etmeyi, açık küfür, faiz kumar, içki, zina, eşcinsellik, Allah’ın emirlerini kanunu inkar edebilir, kadınlarla her türlü ilişkiyi helal kabul edebilir, rezillikleri ve fesadı yayan ırz, namus ve şeref değerlerini yok eden küfür düşüncelerine çağrıda bulunmaya izin verir ki; bunlar İslam’da küfürdür. Kabul edilmez. Türkiye’de Müslümanlar hariç, bütün kesime tanınmıştır bu hak. Bir lezbiyen çıkıp kiracı kaldığım evde istediği mi yaparım, kimse karışamaz diyor ve tutuklanmıyor; ama bir Müslüman Allah’ın kanununu istedi diye tutuklanıyor. İşte size Kemalistlerin düşünce özgürlüğü…

Mülk Edinme Özgürlüğü: İnsanın başkalarının haklarına müdahale etmediği sürece, dilediği şeyleri mülk edinmesini ve istediği gibi harcaması olarak tanımlanır. İslam’ın haram kıldığı meyhane, domuz çiftliği, genelev, kumarhane vb. gibi caiz olmayan yerleri mülk edinme hakkı verilmektedir. İslam’da bu yerlere ne izin verilir ne mülk edinmeleri sağlanılır. 

Kişisel Özgürlük: Başkasının özel hayatına saldırmadan, her insanın dilediği gibi yasama hakkına sahip olması olarak tanımlarlar. Buna göre evlenmeden karşılıklı rıza ile dilediği kadınla/kızla birlikte olabilir, zina yapabilir. Kadın veya erkek eşcinsel ilişkiye girebilir. Yine bir kişi istediğini yiyebilir, içebilir. Kedi, köpek, domuz vs. hayvanı yiyebilir, her türlü içki içebilir. Sonra ülkede niye bu kadar hırsızlık, taciz ve gayrı ahlaki davranışta bulunuluyor deniliyor. Nasıl akıl var aman Allah’ım! 

Son olarak, laiklik ile kısa bir hikaye ile bitiriyorum makale mi. Timurtaş Hocayı laikliğe hakaret etti diye savcı çağırır. Laik Savcı; “yine mi sen hoca!” T. Hoca; “beni çağırmasanız gelir miyim” der. Laik savcı; “hoca bana laikliği anlatır mısınız? Kur’an da yeri nedir?” T. Hoca; “laiklikle ilgili Kur’an’da 2152 ayet var; hepsini anlatmaya çalışırsam, iki gün beni dinlemeniz lazım.” Laik savcı; “hoca kısadan anlatın” der. O arada çay gelir. T. Hoca; “Savcı Bey, çaya şeker katmasam ne olur? Laik Savcı; “Hocam sorduğunuz soru mu, şekersiz olur tabi.”
T. Hoca; “Peki, sağ elimde tuz olsa, sol elimde çorba olsa, ben tuzu çorbaya katmasam ne olur?” Laik Savcı; “Hocam sorduğunuz soru mu, tuzsuz olur tabi.” 
T. Hoca; “Peki, sağ elimde devlet olsa, sol elimde din olsa, ben dini devlete katmasam ne olur?” Laik Savcı; “Hocam sorduğunuz soru mu, dinsiz olur tabi!”
T. Hoca; “Bak ben söylemedim, siz söylediniz, sonra laikliğe hakaret ettim diye soruşturma açmayın.” Laik Savcı; “Vay be!!! demek bizi de kandırdılar…” der.

KARDEŞİNİZ: MEHMET SIDDIK GÖK 

İletişim adresim:

[email protected]

 

Ayrıca...

bu-ramazan-ayi-hilafetsiz-gecen-son-ramazan-olsun

Bu ramazan ayı hilafetsiz, buruk geçen son ramazan olsun

İslam, hayat dolu bir nizamdır. Onda durgunluk, diğer dinlerdeki gibi kapalılık söz konusu değildir. Hayatın …

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir