CUMHURİYET/ REPUBLİK, KRALİYET
Cumhuriyet(republik). Bu kelime ile; dünya kamuoyunda anlaşılan ya da anlatılmak istenilen şudur. Cumhuriyet(republik): Halk idaresi demektir. Yani halkın çoğunluğunun görüşünün, arzusunun hakim(egemen) olduğu yönetim şekli. Yani hem teşride(kanun çıkartmada), hem kanun ve nizamların uygulanmasında hem de yöneticilerin iş başına gelmesi ve görevden alınmasında; halkın çoğunluğunun görüşünün hakim olduğu yönetim şeklidir. Cumhuriyetlerde; kanunlar, halkın çoğunluğunun görüşü, arzusu istikametinde, ya bizzat halk tarafından ya da halkın temsilcileri tarafından tespit edilir. Kanun ve nizamların uygulama keyfiyetinde de yine halkın çoğunluğunun görüşü esas alır. İdarecileri iş başına getiren veya işbaşından alan halkın çoğunluğunun görüşüdür.
Şu halde cumhuriyet insanların arzularının, görüşlerinin heva ve heveslerinin hakim olduğu bir yönetim şeklidir. Bu haliyle de, “inşan hayatta gönlünce yaşamalı, hayatta insanların arzu ve hevesleri hakim olmalıdır.” akidesinden kaynaklanan bir mefhumdur. Aynı zamanda, demokratik iktidarın idari, şekillerinden bir şekildir, yani İslam idari şekli yada İslam nizamlarından bir nizam değil, küfür nizamlarından bir nizam ve idare şeklidir. Şöyle ki,
a-) İslam Nizamında (kamun ve nizam koymada); teşrîde ne halkın çoğunluğunun de tamamının görüşüne uyulmaz, zira hakimiyet yani kanun koyma yetkisi halkın elinde değil Allah’ın elindedir. Onun için, sadece Allah’ın şeriatı hakimdir. İster yönetici olsun İster yönetilen bütün inşanlar Allah’ın şeriatına uymakla yükümlüdürler.
Bu sahada inşanın görüş beyan etme hakkı yoktur. Zira insanlar gönlünce yaşamak için başı boş bırakılmış varlıklar değil Allah’ın emir ve nehiyleri helal ve haramlarıyla çizmiş olduğu hudutlar içinde yaşayarak sadece Ona kul olmak için yaratılmış varlıklardır.
b-) İslam Nizamında; kanun ve nizamların uygulanış keyfiyetinde ve de her sahada kalkın görüşüne baş vurulmaz ve her sahada halkın çoğunluğunun Görüşü esas alınmaz. Ancak bazı sahalarda (inceleme ve tefekküre ihtiyaç gösteren işlerde) halkın çoğunluğunun görüşüne baş vurulur. Mesela; Halife seçiminde filan mı yoksa falan mı olsun? veya bayındırlık işlerinde olduğu gibi ki; mektep mi yoksa hasta hane mi yapılsın? veya çiftçilere yapılacak yardımda tohumluk mu, gübre mi dağıtılsın? gibi muhtelif fikirler.
c- ) İslam Nizamında; sadece halifenin tespitinde, Hilâfet şartlarına haiz halife adayları içinden birisini seçmeleri için Müslüman yada halkın temsilcilerinin görüşüne baş vurulur ve çoğunluğun seçtiği kişiye biat yapılır. Fakat değil çoğunluk halkın tamamı istemese dahi Halife görevden alınmaz(azledilemez). Halifeyi görevden alan sadece şeriatın tespit ettiği şartlardır. Halifede görevden alınmayı gerektiren şartlar vukuu bulursa, halkın değil çoğunluğu tamamı dahi o kişinin hilâfet makamında bulunmasını işteşe yine de görevden alınır. Yani bu yönden dahi İslam’da esas olan çoğunlun görüşü değil Şeriattır.
d-) İnsanları bir Şeri hükme göre hareket etmeye mecbur kılmak ve o Şeri hükmü kanun haline getirmek yalnız halifenin salâhiyeti altındadır. Halkın ya da temsilcilerinin çoğunluğunun değil. Çünkü halifenin Şeri hükümler içinden birisini (yani bir meselede vukuu bulan farklı içtihatlardan birisini) benimseme hakkı vardır. Sahabelerin; “muayyen ahkamı ancak sultan(halife)’nin benimsetebileceği, Müslümanların onlara itaat edip kendi reylerini terk etmesi lazım geldiğine dair icmâları vardır. Bu hususta meşhur Şeri kaideler şunlardır: “İmamın emri zahiren ve batinen geçerlidir.” “İmamın emri, ihtilâfı ortadan kaldırır.”
“Sultan(halife ), müşküller bulunduğu kadar hükümler(Şeri hükümler) meydana getirir.”
Cumhuriyetin gayri İslâmi bir rejim olup: küfür nizamı ya da idare şekli olduğu bu kadar bariz olduğu halde; bazı kişi ve çevreler her halde vakıayı kavrayamamış ya da İslâm’daki hükmetme nizamını bilmiyor oluşlarından olsa gerek ki;ille de Cumhuriyeti İslâm’ın bir gereği gibi görmek ve göstermek istemektedirler. Görüşlerine de şöyle deliller getirmeye çalışmaktadırlar:
“İslâm’da şúra vardır. Allah Kuran’da şura ayetleri ile şûrayı farz kılmıştır. Onun için Müslümanlar işlerini istişare yaparak şûra heyétinin çoğunluğunun görüşüne uyarak yapmak zorundalar. Şura heyetinin çoğunluğunun görüşü esastır. Bu ise, hakiki Cumhuriyetin esasını oluşturur. ” vb. sözler…
Halkın ya da temsilcilerinin reyine başvurmaya şûra denir. Ancak bu farz değil mendubtur. Halifenin ümmetin reyine baş vurması farz değil mendubtur. Her ne kadar ayet ve hadislerde şúra methedildiyse de bu mubah olan meselelerden sayılmıştır. Nitekim şúraya başvurulan meseleler de mubahlardandır. İstişarenin mevzuunun mubahlar olması da kendisinin vacip olmadığına kâfi delildir. Bu sebepten Halifenin, ümmetin veya ümmetin temsilcilerinin reyine başvurması mendub olur. Zira Allah ve Resulü şûrayı överek mubah olan şeylerden saymışlardır. Bununla birlikte Halife şúra heyetinin görüşlerine başvurduktan sonra onların görüşlerine bağlanıp bağlanmamakta serbesttir. İster onlardan birisinin görüşünü benimser İster çoğunluğun görüşünü benimser ister hiç birisinin görüşünü benimsemez. Bu konuda serbesttir. Şúra neticesinde karar verme yetkisi Halifeye verilmiştir. (Bunun)böyle olduğu; Resulüllah (S.A.V)’ in ve ashabı’i kiramın icraatlarında görüldüğü gibi şu ayeti kerimede de açıkça görülmektedir.
“İş huşusunda bunların fikirlerini al (müşavere et). Müşavereden sonra da bir şey yapmağa karar verdin mi artık Allah’a güven ve dayan. Gerçekten Allah tevekkül edenleri sever.” (Ali imran:159)
Halife ümmetin reyine başvurmakla; o mesele hakkında çeşitli görüşlerin ortaya çıkmasını sağlar, Bu, halifenin ufkunu genişletir. Ve o mesele hakkında sağlıklı karar verebilmesine yardımcı olur. Herhangi bir mesele hakkında verilecek olan sağlıklı karar aynı zamanda ümmet için de hayırlı neticeler doğurur. Şûranın mendub oluşunun hikmetlerinden birisi de bu olsa gerektir.
Bazı kişiler Resulüllah (Ş. A.V)’in şúra ile ilgili bazı uygulamalarını da yanlış yorumlayarak Cumhuriyete delil göstermeye çalışmaktadırlar. Bu, o kişilerin; konusu ihtisas isteyen bir mesele ile ihtisas istemeyen bir meseleyi birbirine karıştırmalarından doğmaktadır… Fakat her iki meselenin delilleri dikkatle incelendiğinde aralarında fark bariz olarak görülür. Meselâ: Resulüllah (S.A.V.), Bedirde en yakın suyun yanına inince Müslümanlar da onunla birlikte inmişlerdi. Habbab Ibnul Munzir harbe münasip yerleri iyi bildiği için bu konaklamaya razı olmadı. Resúl (S.A.V.)’e “Ya, Resulüllah sen buraya vahiyle mi indin? Eğer vahiyle indiysen biz buradan ne ileriye ne de geriye gidemeyiz, harb bakımından elverişli bulduğundan veya harb hilesi olarak mı indin?” dedi. Resulüllah (Ş.A.V):”Rey, harb ve hile bakımından elverişli olduğu için indim.” dedi. Habbab, “ya Resulüllah burası münasip değil.” ve başka bir yer gösterdi. Resulüllah ve ashabı vakit geçirmeden onun fikrine tabî oldular.
Burada görülüyor ki; Resulüllah(S.A.V.) Bedir ‘de Habbab’ ın soruna “bu bir fikir ve hile” diyerek cevap verdi. Bununla da; harb için bir yerde karargah kurarken o sahada fikir sahiplerine müracaat edilmesinin gerektiği gibi ihtisası gerektiren diğer işlerde ve uyanık davranarak hazırlanması icap eden işlerde de ihtisas ve fikir sahiplerine başvurulmasının gerektiğini gösteriyor.
Uhud harbinde ise; Resulüllah (S.A.V.), Müslümanlara “onları yerlerinde oldukları gibi bırakırsanız en fena şartlarla otururlar. Eğer şehre girecek olurlarsa onlarla savaşırız.” demişti. Bazı Müslümanlar ise, “Ya Resulüllah, bizi düşmanlarımızın karşısına çıkar, bizi korkar yada zayıf bulmasınlar.” Demişlerdi ve Resulüllah da çoğunlukta olan bu görüş sahiplerine uymuştu”.
Burada mesele, şehrin haricine çıkıp çıkmamak meselesiydi. Harp sahası meselesi değil. Yani şehirde kalarak şehrin içinde mi yoksa dışarı çıkıp Uhud dağını arkasına vererek mi harb edilsin meselesi değildi. Mesele, “Aksine, düşmanla karşılaşıp harb edilsin mi yoksa onları kendi hallerine bırakarak harb,edilmesin mi? Eğer onlar şehre gelir Müslümanlarla harb ederse onlarla savaşılsın, harb etmeyecek olurlarsa bırakılsın, konusu idi.
Bu sebeptendir ki; iki hadise arasında ve her ikisinin de Resulüllahın tasarrufu arasında fark vardır. Aramalarındaki bu farktan dolayı birisinde Resulün doğru olanı kabulü, diğerinde ise; ekseriyetin fikrini kabulü ile iki hadise arasındaki fark anlaşılıyor. Yani birinde birinde konu ihtisas istiyor, diğerinde ise istemiyor. Diğer taraftan mühim ve tehlikeli işlerin anlaşılmasında; mühim olmayan işlerle herkesin anlayabileceği meselelere nazaran daha fazla gayretin gerektiğini bilmekle; iki hadise arasında mevcut olan bu ince ayrılığı anlamak mümkündür.
Buna göre; İslâmiyet’te ekseriyetin reyi ihtisas istemeyen meselelerde kabul edilir. Diğer meselelerde ise, ekseriyetin fikri nazarı itibara alınmaz. Bunu, Resul (S..A.V)’in Ebu Bekir ile Ömer (r,a)’a “Siz bir meşverette ittifak etseniz ben size muhalefet etmezdim.” kavli teyit eder. Bu ekseriyetin reyinin tercih edilebileceğine delildir. Fakat bu ittifak meşveret ile mukayyet kılınmıştır. Zira, ‘ Size muhalefet etmezdim’ sözü, Hudeybiye’de onlarla birlikte ashabın hepsine muhalefeti ve Bedir’ de Habbab İbnül Munzir’in fikrini kabule mecbur tutmasıyla karşılaştırılınca, ancak meşveret anında ittifak ettiklerinde onlara tabi olacağını gösterir. Meşveret ise ancak vahiy (nas) ve harb meselelerinin haricindedir. Bu, gösteriyor ki, ekseriyetin reyine; ahkâm-ı şeriyyeden, harpten, hileden başka mevzularda tâbi olunur. Böylece demokrasi ve onun yönetim şekli olan cumhuriyetin İslam ile kesinlikle bağdaşmadığı görülür.
Bazı kişi ve çevreler ise, cumhuriyetin İslam’da olduğunu göstermek için çok basit bir fikrî delil olarak ortaya atarlar. Derler ki “Cumhuriyet bir Arapça kelime olmakla birlikte bir çok fıkıh ve akait kitaplarında “Cumhur’u Ulema” tabiri geçer. Demek ki İslam’da cumhuriyet vardır.”
Aslında bu ve benzeri sözlerin o kişi ve çevrelerin İslam’ı nasıl ve ne kadar anladıklarını ortaya koymaktan başka hiç bir değeri yoktur. Bir kere fıkıh ya da akait kitaplarında öylesi bir tabirin geçmesi hem o mesele için Şeri bir delil değildir. Hem de “Cumhuru ulema” tabiri herhangi bir konuda “alimlerin çoğunun Görüşü şudur diye bir izah yapmak için kullanılmıştır, yoksa alimlerin çoğunluğunun görüşünün mutlaka doğru, kuvvetli ve bağlayıcı olduğunu vurgulamak için değil. Nitekim öyle bir kaide de yoktur. İcmai ümmet yada icmai sahabe ise; alimlerin ya da sahabenin çoğunluğunun görüşü değil, fakat tamamın bir mesele üzerinde fïkir birliğine varmaları ittifak etmeleri demektir…’İcma anın”, ‘çoğunluk’ düşüncesiyle bir ilgisi yoktur. İcma ki, ondan kasıt genellikle sahabelerin icmaıdır. Ve o bir “Şeri delildir”. Bundan dolayı bir konuda alimlerin çoğunluğunun bir Şeri görüş ya da hükme varmaları o görüş ya da hükmün kuvvetli, isabetli ya da mutlaka bağlayıcı olarak kabul edilmesini gerektirmez. Zira bir Şeri hükmün isabetli ya da kuvvetliği ancak o hükmün dayandığı Şeri delilin kuvvetliliğine bağımlıdır. Yoksa bir çok insanın o hükmü ya da görüşü benimsemesine bacımlı değil.
Yani nereden bakılırsa bakılsın, ancák tefekkürle bakıldığında görülür ki ; Cumhuriyet ile İslamiyet bağdaşamaz, Cumhuriyet İslâm ‘ dan değildir. O ancak demokratik küfür nizamlarının bir idare şeklidir. Báşkası değil…!! Onun için Müslümanların bu mefhumu almaları ve benimsemeleri İslâm’da senteze gitmeleri ancak hak ile batılı birbiri ne karıştırmak olur ki bu kesinlikle caiz değildir. Bir Müslüman cumhuriyetçi olamayacağı gibi İslám Devleti de Cumhuriyeti bir idari nizam ve şekil olarak benimseyemez, eğer benimser ise İslâm’ın idari nizam ve şeklini terk etmiş yerine küfür nizam ve idari şeklini almış olur ki, bu durum o Devletin hüviyetini İslâm dairesinin dışına çıkartır.
KRALİYET:
Bu mefhumda anlaşılan ya da anlatılmak istenen de şudur: Kraliyet mevcut kanun veya kaidéye dayalı olarak, yöneticiliğin babadan oğula geçtiği; ve hakimiyetin ve bütün yetkilerin bir kişinin elinde bulunduğu yönetim şeklidir. Bu sistemde bir kişinin Kral olabilmesi için, mevcut kralın oğlu ya da varisi olması yeterlidir. Kral istediği gibi kanun yapar ve bu kanunları tebaaya uygular” İcraatlarından dolayı hiç bir şekilde hesaba çekilmez” Onun haksız uygúlamaları ve hükümleri karşısında hiç bir kimsenin itiraz bile etme hakkı yoktur.
Anlaşılıyor ki;bu yönetim şekli de İslam’ı değildir… Küfür nizamıdır. Hem hakimiyétin Allah’tan başkasına verilmiş olması açısından hem idarecinin tasarrufundaki sınırsız serbesti ve keyfi icraät hakkına sahip oluş açısından hem, idarecinin başa geliş açısından her yönüyle ; ister bütün, yetkilerin bir tek elde olduğu (monarşi) haliyle isterse ;yasama yetkisi gibi bir kısım yetkilerin bir meclise verildiği (meşrutiyet) haliyle olsun gayri İslami’dir. Bu yönetim şekli de İslam ile ve ondaki yönetim şekliyle bağdaşmaz ve alınması caiz değildir.
HİLAFET:
İşte bu İslam’daki iktidar şeklidir. Halife Allah’ın Kitabı ve Resulüllahın sünneti ile idare edeceğine dair ümmetin temsilcisi ve lideri durumunda olan hal ve akd ehli tarafından biat edilerek nasb edilir. Biatsız hiç kimse halife olamaz. Halife için sınırlı bir müddet yoktur. Allah’ın hükümlerini tatbik ettiği ve kendisine verilen mesuliyetleri yerine getirmeye kudretli olduğu müddetçe Hilafet makamında kalır. Ümmet Halifeyi nasb etme yetkisine sahip olmasına rağmen onu indirme hakkına sahip değildir. Halife ümmetin görüşüne bağımlı olmayıp Allah’ın kitabı ve Resulüllahın sünnetine bağımlıdır. Çünkü İslam’da egemenlik(hakimiyet) halkın değil şeriatındır. Ümmetin seçip biat ettiği kişi ancak Halife olur. Ve Halifenin iktidarı, hevesine ve zevkine ya da millet meclisinin çıkardığı kanunlara göre değil allah’ın Kitabı ve Resulüllah’ın sünnetinden alınan Şeri hükümlere göre olmalıdır. Hilafet İslam’ın kendine has bir yönetim şeklidir. Ne cumhuriyet ne de bir başka bir yönetim şekline benzemez. İslam Devletinin idare şekli Hilafetidir başkası değil…
Kaynak: Raşidi Hilafet Dergisi, Sayı 4