Suriye kıyamının başladığı Ocak 2011 tarihinden bu yana, resmi rakamlara göre yüzbin kişinin öldüğü söyleniyor. Gerçek rakamların, bahsedilen resmi rakamlardan çok daha fazla olduğunu söylemek için kahin olmak gerekmiyor. Yüzbinlerce binanın (hatta bir çok Suriyeli kardeşimizin dile getirmiş olduğu rakamlara göre iki milyona yakın binanın) yıkıldığını düşünecek olursak, bahsedilen mezkur rakamın çok gülünç ve Suriye konusundaki izlenilen uluslararası komplonun bir parçası olduğunu gayet açık bir şekilde görmek mümkün.
Sadece beşyüzbin binanın yıkıldığını ve her bir binada üç veya dört kişinin öldüğünü düşünecek olursak, gerçek rakamın iki milyona yakın olduğu ortaya çıkmaktadır. Birde mülteci sayısı açısından meseleye baktığımızda, yine karşımıza çok vahim bir tablo çıkıyor. Örnek olarak Türkiye’de resmi rakamlara göre şuan beşyüzbin mültecinin, lakin gerçek rakamların iki veya üç milyona yakın olduğunu söylememiz mümkün.
Bu vahim ve çok korkunç rakamların eşliğinde, yine batının hem bölgesel hem de uluslararası aktörlerle onlarca sinsi plan ve entrikalarını oynadığını ve özellikle meseleyi zamana yayarak muhlis Suriye halkını sindirebileceğini umdu. Özellikle ABD başkanı Barack Obama’nın 20 Ağustos 2012’de Suriye’nin kimyasal silah kullanma olasılığına dair şu sözleri bu minval üzere idi: “Kimyasal silahların yerini değiştirir veya kullanırsanız bu ABD için kırmızı çizgilerin aşılması anlamına gelir ve bedeli çok ağır olur. Çünkü böyle bir adım ABD için bütün dengelerin bozulması anlamına gelir.”
Neticede korkulan veya istenilen 21 Ağustos 2013 tarihinde gerçekleşti. Birçok haber ajansına göre çoğunluğu kadın ve çocuk olmak üzere binbeşyüze yakın Müslümanın acı çekerek öldüğü görüntüleri dünyaya yayıldı. Bölgedeki mücahidlerin ve muhlis Müslümanların verdiği rakamlar ise, ölü sayısının beşbine yakın olduğu doğrultusunda. Ümmet-i Muhammed, insanın kanını donduran ve kalbi olan tüm Müslümanları gözyaşlarına boğan, bir katliama şahit oldu. Yapılan bu saldırının ardından, dünya gündemi birden Suriye konusuna kilitlendi ve ABD başkanının bir yıl öncesinde yapmış olduğu kırmızı çizgi vurgusu dile getirildi. Hatta o günlerde gündemin birinci konusu olan Mısır ordusunun yapmış olduğu darbe ve İhvana karşı gerçekleşen katliam birden gündemden düştü.
Bu kimyasal katliam öncesinde Müslümanların Suriye’de elde etmiş oldukları başarı ve Esad ve baas hainlerinin saraylarının yakınına kadar gelmiş olması, batıyı oldukça korkutmuş olması gerekiyor ki, bölgede özellikle Şii kartını oynamaya başladı. Şii kartı olarak Lübnan’da konuşlanan Hizbullah örgütü ve İran-Irak’tan gönderilen Şii milisler sahaya indirildi. Bu şekilde mücahidlerinin ilerleyişini ve onların korkulu rüyası olan Hilafet’in oluşmasını engellemek istediler. Daha sonra PKK’nın Irak üzerinden, PYD olarak kuzey Suriye’de Beşar Esad’a destek olması için kullandılar lakin oda bir işe yaramadı.
Özellikle bölgede ABD’nin izni veya haberi olmadan Beşar Esad’ın kimyasal silahla saldırmış olması fazla muhtemel görülmüyor. Lakin ABD’nin Suriye’ye silahlı saldırı yapma konusunda fazla hevesli olmadığı da görülmektedir. Yani ABD hem böyle bir kimyasal silah ile katliam tertipleyecek ve böylelikle kendi çizmiş olduğu kırmızı çizgisini aşmış olacak, hem de silahlı müdahale için kırk dereden su getirecek. İşin arkasında AB’nin olma olasılığını reddedemeyiz. Yani AB (özellikle İngiltere ve Fransa) ABD’nin bölgedeki üstünlüğünü bu şekilde kırmak istiyor olabilir. Fakat bunun onlar içinde ideolojik bir risk taşıdığını görmektedirler. Kimyasal silah konusunda AB olasılığını irdelerken gözümüze şu ilişmektedir. Kimyasal silah konusu gündeme düştüğünde bunu çok gür bir şekilde silahlı müdahale ile AB dillendirdi. Saldırıdan bir gün sonra Fransız Dışişleri Bakanı şunları söyledi:
“İddialar kanıtlanırsa uluslararası toplumdan gelecek (Suriye’ye yönelik) askeri tepkiye ihtiyacımız var”.
Ardından İngiltere’den çok istekli ve hevesli bir şekilde savaş ve müdahale sesleri yükseldi. Daha sonra 30 Ağustos 2013 tarihinde Avam Kamarasında oylama yapıldı. Bir nevi dünya ve özellikle ABD gaza getiriliyordu fakat İngiltere’de 1780 yılından beri ilk kez Avam Kamarasından savaş konusunda Başkana red oyu çıktı. Parlamentonun alt kanadı Avam Kamarası, “Suriye’ye askeri müdahaleyi de kapsayabilecek güçlü bir insani tepkinin verilmesi gerektiği” yönündeki hükümet önergesini, 272’ye karşı 285 oyla reddetti. İngiltere Başbakanı David Cameron oylama sonucunun açıklanmasının ardından söz alarak, “İngiliz Parlamentosu’nun müdahale istemediği açık. Buna göre hareket edeceğim” dedi.
Tüm bunlar olurken ABD’den süpriz bir karar çıktı. Askeri bir müdahale için kongrenin iznini istemek sorunda olmadığı halde adeta topu kongreye attı ve 09 Eylül’e kadar zaman kazanmış oldu. Yapmış olduğu açıklamalar ile ise bu konuda ne kadar endişeli olduklarını ifade etmiş oldu. Barack Obama şunları söyledi:
“Bu uçu açık bir müdahale olmayacak, Amerikan askeri karada olmayacak. Eylem sınırlı bir zaman diliminde olacak.”
Eylemin vakti konusunda ise “zaman hassasiyeti” olmadığını ifade eden Obama, “Bu yarın da olabilir, gelecek hafta da, bir ay sonra da ve ben bu emri vermeye hazırım” diye konuştu.
Yine Barack Obama 5 Eylül’de Rusya’nın St. Petersburg kentinde gerçekleşen G20 müdahale ve Beşşar Esad ile alakalı şu tespitlerde bulundu. ABD Başkanı Barack Obama, Suriye’ye yapılması planlanan askeri saldırının ‘sınırlı’ olacağını ve Esad’ı devirmeyi amaçlamadığını söyleyip, muhalifleri (laik ve demokratları) güçlendirme amacı taşıdığını söyledi.
Tüm bu kargaşa ve tedirginliklerin Libya, Irak veya Afganistan’a müdahale konusundaki zamanlama ile kıyasladığımızda karşımıza şu tablo çıkıyor. Libya konusunda müdahale kararı 6 saate Irak ile Afganistan için ise 24 saate çıktı!
Bu batının Suriye konusunda müdahale olsun veya olmasın sınavı ve kontrolü kaybettiklerinin çok güçlü bir işareti. Aynı şekilde batının Suriye kıyamı konusunda onların nedence aciz olduğunu görmüş olduk.
Şimdi ise müdahale olursa ve mücahidlerin ve bölge ülkelerinin bu konuda durumu ve konumu ne olur sorusuna cevap bulmaya çalışalım.
Bölgenin stratejik önemi ve yeraltı kaynaklarının çok yoğun olduğunu dile getirirken bunun sadece Şam’dan ibaret olmadığını hatırlatmak isterim. Lakin Dünya Petrol ve Gaz rezervlerinin neredeyse 70% Şam’ın güneydoğusundan kuzeydoğusuna uzanan halkada bulunmuş olması buranın önemimi daha da artırıyor. Bu ülkeler güneyden kuzeye doğru Suudi Arabistan + Arap Emirlikleri, Irak, İran ve Azerbaycan’ı teşkil etmektedir. Yine Suriye’nin kuzeyinde bulunan Türkiye’nin denizlere olan konumu ve sahip olduğu boğazlarının yanı sıra bor gibi dünyaca çok önem arz eden yeraltı zenginlikleri ile çok önem arz etmektedir. Yine sözde İsrail devletinin Suriye’ye güneybatısında komşu olması ve orada Kuzey Afrika ülkelerine açılan bir konumda olması bu bölgenin önemine vurgu yapmaktadır.
Bölgenin mezhepsel bir savaşın eşiğine getirilmiş ve göstermelikte olsa Iran ve İsrail’in bu çatışmanın içinde bulunmuş olması, batı için işin daha da karmaşık hale gelmesine sebep olmaktadır. Örneğin mücahidlerden İsrail’e üç dört tane füze fırlatıldığını ve bu füzelerin isabet etmiş olduğu yerde yirmi, otuz yahudinin öldüğünü düşünelim. Bu bir şekilde sözde İsrail devletinin İranlı milislerin ve Lübnanlı Hizbullahın resmi olarak cirit atmış olduğu Suriye savaşına müdahil veya onun hamisi olan ABD’nin belki de askeri birliklerinin Suriye’ye girmesine sebep olacaktır. Bu ne anlama gelmiş oluyor. Bölgede İran, Lübnan, İsrail ve ABD’nin savaş halinde olduğu anlamına gelecektir. Yine işin Türkiye ve Rusya boyuta da unutulmaması gerekiyor. Türkiye bölgedeki ağırlığı ile ve Tayyip Erdoğan’a biçilen ılımlı İslam profili gereği böyle bir yangının içinde tarafsız kalması kesinlikle mümkün değil. Ve evvelce Özgür Suriye Ordusuna yapmış olduğu yardım gereği ve İsrail karşıtlığı sebebi ile İran, Hizbullah, Esad ve İsrail karşıtlığı pozisyonunda bulunmak zorunda olacaktır. Yine Rusya’nın baştan beri Beşar Esad taraftarı durumunda olmuş olması ve özellikle yeraltı kaynakları açısından kendisine rakip olabilecek Suudi Arabistan + Arap Emirliklerinin Şam üzerinden petrol borularının Avrupa’ya doğru döşenmesi Rusya’nın işine gelmemektedir. Bu batı açısından Suriye müdahalesi için nedence karmaşık bir durumla karşı karşıya kaldıklarını çağrıştıran bir ihtimal ve örnek idi.
Bir başka daha doğrusu asıl korkulan ve engellenmesi istenilen İslami hareketin, yani mücahidlerin ve onlarla beraber hareket eden siyasal İslam’ın önüne geçememiş olmaları. Onların korktukları siyasi arenada Tunus, Yemen ve ilk başta Mısır’da olduğu gibi halkın kabul ettiği bir alternatifin bulunamamış olması. Veya Mısır’da olduğu gibi askeri baskı ile susturulamayan muhlis Suriye halkı ile karşı karşıya kalmış olmaları. Beşar Esad ve baas rejimine yapacakları askeri anlamda her hamle asli olarak İslam şeriatının hayat bulması için canını ortaya koyan Müslüman Suriye halkı için bir avantaj veya belki de nusrete giden bir yol olacağından, şimdilik bundan uzak duruyorlar. Gerçi Suriye’de gelmiş olduğumuz şu son durum, batının maskesini tamamen düşürmüştür. Bizlerin evvelce dile getirmiş olduğu hakikatler şimdi resmi ağızlarla medya kanalları vasıtası ile dile getirilmektedir. Açıkça şu söylenmektedir: ‘Radikal İslamcıların ve onların hedefledikleri İslam Devleti/Hilafet Devleti yerine bizler Beşşar Esad’ı ve onun dikta baas rejimini tercih ederiz’.
Kafirler ve onların ucuz uşakları ne yaparlarsa yapsınlar, ister öldürsünler, yaksınlar, yıksınlar, ister zindanlara, işkence odalarına bizleri yerleştirip işkence yapsınlar, Rabbim nurunu tamamlayacaktır:
“Allah’ın nurunu ağızlarıyla söndürmek isterler. Halbuki Allah nurunu mutlaka tamamlayacaktır. İsterse kafirler hoşlanmasınlar.” (Tevbe Suresi: 32)
Allah (c.c.) yardımı ile orada Müslümanlar nusreti elde edecekler ve istenilen ikinci Raşidi Hilafet Devlet’ini inşaallah çok yakında ilan edecekler. Daha sonrası ise, ümmetin tek vücut olması, sadece bir an meselesi olacaktır. İslam beldelerinin birleşebilmesi için Müslümanların kalbine bir hançer olarak saplanan İsrail hançerini tarihin karanlık çöplüğüne atacaktır ve ümmet tekrardan şahlanacaktır inşaallah.
Kardeşiniz
Mehmet Aydın
07.09.2013
——————–
İslamdevleti.org: 7 Eylül’de bize ulaşan kardeşin bu yazısını websitemizin yenilenme çalışmasında gözümüzden kaçırdığımızı bildirerek okuyucularımızdan ve kardeşimizden özür diliyoruz.