بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
Bakara Suresi
-10-
Kafirlerin inanmamalarının sebebi:
Allah’u Teala ilk ayetlerde müminlerin vasıflarını izah ettikten sonra kafirlerin vasıflarını da göstererek şöyle buyurdu:
إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُواْ سَوَاءٌ عَلَيْهِمْ أَأَنذَرْتَهُمْ أَمْ لَمْ تُنذِرْهُمْ لاَ يُؤْمِنُونَ
“Gerçek şu ki, kafir olanları (azap ile) korkutsan da korkutmasan da onlar için birdir; iman etmezler.” (Bakara 6)
Lügatte kâfirin manası örtendir. Burada ıstılahi mana kullanılmıştır. Bu ise, hakkı ve gerçeği örtendir. Kâfir kimse Allah’ın gerçeğini veya indirdiği Kur’an’ın, bir kısmının gerçeğini veya Hz. Muhammed Sallallahu Aleyhi Ve Sellem’in peygamberliğini ve Resul olduğunun gerçeğini örtmektedir. Gerçek ve hak olan bunlardır. Bir kimse bir ayeti ret ederse kâfir olur.
Bunlar bu vasfa sahip oldukça ne kadar uyarırsan uyar inanmazlar. Çünkü gerçeği reddediyorlar. Ama bu vasıftan vazgeçerlerse uyarı yararlı olup mümin olurlar. Bu insanın elindedir. İnsan kendi aklını çalıştırırsa ve inattan vazgeçerse gerçeği görür ve buna inanır. Zira Allah herkese akıl verdi ve onda hidayet ve dalâlet kabiliyetini yarattı. İnsanı bu noktada serbest bıraktı, isterse hidayeti seçebilir, istemezse dalâleti (sapıklığı) seçebilir. Allah’u Teâlâ, insanları imtihana tabi tutarken eşit şartlar altında bıraktı. Birinin aklı yoksa veya baliğ değilse imtihana tabi değildir. Kendilerine Resul gönderilmezse veya Resulün geldiğini hiç duymazlarsa, onlarda imtihana tabi olunmazlar. Bu şekilde, insan kendi aklıyla gerçeği bulur ve inanır. Allah zalim değil ki bir kimseyi zorla küfre sokup diğerini mümin yapsın. Bundan sonraki şu ayetin anlaşılmasında birçok insan yanlışa düşüyor:
خَتَمَ اللّهُ عَلَى قُلُوبِهمْ وَعَلَى سَمْعِهِمْ وَعَلَى أَبْصَارِهِمْ غِشَاوَةٌ وَلَهُمْ عَذَابٌ عظِيمٌ
“Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Onların gözlerine de bir çeşit perde gerilmiştir ve onlar için büyük bir azap vardır.” (Bakara 7)
Bu insanlar küfür sıfatı üzerinde ısrarlı kaldıkça Allah onlara doğru yolu göstermez, onların kalpleri kapalı ve kulakları tıkalı bırakır ve gözleri kapalı olur. Kalpleri kapalı olanlar gerçeği aramayı sevmezler, imandan nefret ederler. Şartlı ve mutaassıp olurlar. İnsan bir şeyden nefret ederse ondan uzak kalır ve kaçar, onu düşünmek bile istemez. Bir şeyi severse ona yönelir, uzun uzun düşünür ve onu kabul eder. Şayet bir şeyden nefret ederse onu duymak bile istemez. Kâfirlerin ileri gelenleri ve önderlerinin insanları imandan uzaklaştırmak en büyük silahı insanları imandan ve müminlerden nefret ettirmektir. Bunun yolu menfi propaganda yapmaktır. Resulullah Sallallahu Aleyhi Ve Sellem döneminde, kâfirlerin önderleri Resulullah’a yönelik leke ve yalan itham yapıştırmaya çalışıyorlardı. Muhammed deli, sihirbaz, şair, fitneci, cinci gibi söz sarf ediyorlardı. Ona inananlar ise aptal, parasız, fakir, cahil, sapık vs. gibi uydurmalar ve yakıştırmalar yapıyorlardı. Bu gün ise kâfirlerin ileri gelenleri ve önderleri İslam’ı hâkim kılmak ve İslam devletini kurmak, şeriatı uygulamak ve İslam’ı yaşamak isteyenleri buna benzer leke ve itham yapıştırmaya çalışıyorlar. Bu müminler ve hizipleri hakkında itham ve iftira uyduruyorlar. Bunlar katil, cani, terörist, fitneci, sapık, aşırı, başkaları tarafından kullanılıyor, cahil, ajan vs. Böylece, insanları bu şekilde nefret ettirmeye çalışıyorlar ki; İnsanlar bu dava adamlarıyla görüşmesinler ve davalarından uzak kalsınlar. Bu nedenle menfi propaganda en büyük silah olarak kullanılır. Buna karşı dava adamları olumlu propaganda kullanıp insanlarla direkt temas kurup bu menfi propagandayı çürütmelidirler. Bu sebeple, Hz. Muhammed Sallallahu Aleyhi Ve Sellem ve kitlesinin mensupları olan sahabeler Radiyallahu Anh direkt insanlarla temas edip davalarını anlatıyorlardı. Fikirle ve pratik bir şekilde kendilerini ve davalarını insanlara gösteriyorlardı. Bundan dolayı, birçok kimse ayetlere ve delillere kalbini açtı ve kulağını verdi dinledi, bu şekilde gözler önündeki perde kalktı, gerçeği gördüler ve netice olarak İslam’ı kabul ettiler. Birçok insan iman ettikten sonra veya İslam davetini yüklendikten sonra daha önce nasıl bu davadan nefret ediyorlardı ve hiç dinlemek istemedikleri için gerçeği göremiyorlardı. Hem şeriatça hem aklen, pratikte hidayetin ve dalâletin insanın elinde olduğu ispatlanır. İlerde birçok ayetin bu konuyu nasıl izah ettiğini göstereceğiz.
-11-
Münafıkların Allah’ı ve müminleri aldatmaya yönelik çalışmaları:
Bundan sonra en tehlikeli kâfirlerin çeşidi olan münafıklara değiniyor. Allah’u Teâlâ şöyle buyuruyor:
وَمِنَ النَّاسِ مَن يَقُولُ آمَنَّا بِاللّهِ وَبِالْيَوْمِ الآخِرِ وَمَا هُم بِمُؤْمِنِينَ
“İnsanlardan bazıları da vardır ki, inanmadıkları halde “Allah’a ve ahiret gününe inandık” derler.” (Bakara 8)
Bunlar ağızlarıyla bunu diyorlar. Fakat akıllarıyla inanmıyorlar ve iman kalplerine girmemiştir. Çünkü mümin olan Allah’ın yaratıcı olmasına inandığı gibi Allah’ın hâkimiyetine, kıyamet günü hesaba çekileceğine inanır ve kâfirleri dost edinmezler. Münafıklar yeryüzünde bozgunculuk yaparlar. Bunlar Allah’tan ve azabından korkmazlar. Bu nedenle fırsat buldukça Allah’ın emrine muhalefet ederler ve müminlerle savaşırlar. İnsan, aklen Allah’a Resulüne, Kur’an’a ve Kur’an’ın içerdiği akidelere inanırsa bu iman kalbine yerleşir, münafık olmaz. Fakat korkarak, menfaat için veya şahsi çıkar için inanan kimse münafık olur.
Allah’u Teâlâ bunların bu sahte imanla Allah’ı ve müminleri aldatmak istediklerini göstermektedir:
يُخَادِعُونَ اللّهَ وَالَّذِينَ آمَنُوا وَمَا يَخْدَعُونَ إِلاَّ أَنفُسَهُم وَمَا يَشْعُرُونَ
“Onlar (kendi akıllarınca) güya Allah’ı ve müminleri aldatırlar. Hâlbuki onlar ancak kendilerini aldatırlar ve bunun farkında değillerdir.” (Bakara 9)
İşte, münafıklar kendi durumlarını örtmek için Müslüman’ız derler ve göstermelik olarak İslam’ın bazı ibadetlerini yapmaya çalışırlar. Bu şekilde Allah’ı ve müminleri kandırdıklarını zannederler. Hâlbuki Allah onları ve yaptıklarını biliyor.
Hz. Ömer halife olduktan sonra insanlara şöyle dedi: “Vahy artık kesildi ve hiç gelmeyecektir. Çünkü vahy Resule gelip kişilerin ahvaline ve kalplerinin ne olduklarını bildiriyordu. Şimdi ise amellerinize ve sözlerinize bakacağız. Niyetleriniz ancak Allah indinde geçerli olur.”
Nitekim insanı ameli ve sözlerinden anlarsınız, niyetini bilemeyiz. Münafıklar niyetimiz temizdir diyorlardı ve hatta niyetlerinin temiz olduklarına dair yemin ediyorlardı. Allah onların yalancı olduklarını ve yalan yere yemin ettiklerini vahiyle Resulullah Sallallahu Aleyhi Ve Sellem’e bildirmiştir. Ayrıca, münafıklar hep mazeret arıyorlardı veya uyduruyorlardı. Mazeretlerinin yalan olduğunu da Allah’u Teâlâ bildirmiştir. Müminlerin mazereti olsa bile o mazereti ortadan kaldırmaya çalışıyorlardı. Suçlarını, kusurlarını veya ihmalkârlıklarını açıkça söylüyorlardı. Hatta cezayı hak ettiklerini de söylüyorlardı. İnşaAllah ilerde Tevbe ve Münafıkun sûrelerinde bunları daha detaylı bir şekilde değineceğiz.
-12-
Münafıkların kalplerindeki hastalık:
Açıklamaya çalıştığımız Bakara sûresinde şöyle devam ediyor:
فِي قُلُوبِهِم مَّرَضٌ فَزَادَهُمُ اللّهُ مَرَضاً وَلَهُم عَذَابٌ أَلِيمٌ بِمَا كَانُوا يَكْذِبُونَ
“Onların kalplerinde bir hastalık vardır. Allah da onların hastalığını çoğaltmıştır. Söylemekte oldukları yalanlar sebebiyle de onlar için elîm bir azap vardır.”(Bakara 10)
Bu hastalık ise tam inanmamak, şek ve şüphe içerisinde bulunmak ve ikiyüzlü olmaktır. Korkak oldukları için müminlere gerçek yüzlerini açıklayamazlar. Nitekim iman: Delilden neşet eden (çıkan) vakıaya mutabık (uygun) kesin tasdiktir. İnsan kesin şekilde inanmazsa kâfir olarak kalır. Ebu Cehil ve Ebu Leheb gibi kafirler İslam’ın doğru olup olmadığı konusunda tereddüt ve şüphe içindeydiler, tam kestiremiyorlardı. Fakat Hz. Muhammed Sallallahu Aleyhi Ve Sellem’den korkmadıkları için açıkça kâfirliklerini gösteriyorlardı. Ayrıca liderlik ve çıkarlarını korumak istedikleri için inanmak istemiyorlardı. Medine’de münafıklık hareketi başladı. Çünkü Müslümanlar İslam devletine sahip olarak güçlü oldular. Misal olarak; Abdullah bin Ubey’dir. İslam devleti kurulmadan önce Medine’nin kralı olarak seçildi. Resulullah Sallallahu Aleyhi Ve Sellem onun krallığını suya düşürdü. Bu adam Müslüman olmadı. İslam devletinin kuruluşundan iki sene sonra Bedir savaşı meydana gelip de Müslümanlar muzaffer olunca Abdullah bin Ubey Müslümanlığını nifakça ilan etti. Çünkü bu devletin başkanlığına geçmek veya bu devlet başkanının yanında bir değer ve bir makam arıyordu. Ayrıca, Resulullah’ı devirmek ve devleti yıkmak için münafıklık hareketini yaptı ve böyle bir teşkilatı yürüttü.
İslam dünyasındaki yöneticiler küfür anayasa ve kanunları uyguladıkları halde Müslümanız derler. Böylece münafık olmaya ve müminleri kandırmaya çalışıyorlar. Aynı anda, İslam anayasa ve kanunlarını uygulayalım, Şeriat’ı tatbik edelim, hilafeti ilan edelim diyen bir kısım Müslümanları bu yöneticiler hemen hapse atarlar, onlara eziyet çektirirler, işkence ederler veya öldürürler. Allah’ın her emrine muhalefet ederler. Onlara; niçin bunu yapıyorsunuz, neden bozgunculuk yapıyorsunuz? Denilirse onlar şöyle derler: “Biz memleketin, halkın maslahatını ve salahını düşünüyoruz.” Hâlbuki onlar Müslümanları ezerler ve Allah’ın yasalarını çiğnerler. Bu ise en büyük fesatçılık ve bozgunculuktur.
-13-
Münafıkların ifsat edici oldukları halde kendilerinin ıslah edici olduklarını iddia etmeleri:
Bakara sûresinin 11. ve 12. ayetlerinde bunun manası şöyle geçmektedir:
وإذا قيل لهم لا تفسدوا في الارض قالوا انما نحن مصلحون.(11) ألا إنهم هم المفسدون ولكن لا يشعرون “Onlara: “Yeryüzünde fesat çıkarmayın”, denildiği zaman, “Biz ancak ıslah edicileriz” derler. Şunu bilin ki, onlar bozguncuların ta kendileridir, lâkin anlamazlar.” (Bakara 11-12)
Zira ıslahat Allah’ın emirlerini uygulamakla gerçekleşir. Çünkü salih olan amel yalnız Allah’ın emrine göre yapılan iştir. Islahat ise salih sözcüğünden türemiştir. Islahat’ın manası; insanın hayrına uygun olan husustur. Ancak, insanı yaratan Allah bunu bilir. Bu nedenle Allah’ın Şeriat’ı insanın hayrına geldi. Fakat bu, insanın ölçüsüne göre fayda ve zarar değildir. İnsanların ölçüsü doğru olmaz, onlar eşyaların görünüşüne bakıp kendi zevklerine ve faydalarına uygun geldiğini zannettikleri hususları kabul ederler. Fesat bunun tersidir. Allah’ın yasakladığı her şey fasit ve bozuktur. Her günah fesattan ve fasit amel sayılır. Allah’ın her emri ve her kıldığı helal salihtir, iyi ve güzel ameldir. Fesatçılık veya bozgunculuk münafıkların sıfatlarındandır. Bunlar kendi gerçeklerini örtmek için hayır biz bozguncu değiliz, biz ıslahatçıyız derler. Onların yaptıkları her iş kendilerine göre güzel geldiği için kendilerinin fesatçı veya bozguncu olduklarını hissetmez ve anlamazlar. Zira Allaha, Resulüne ve ahirete inanmadıkları için İslam ahkâmını güzel görmez ve bunların doğru olduklarını kabul etmezler. Misal olarak; içki, zina veyahut faiz haramdır. Bu nedenle onlara; ‘bu tür işler çirkin ve fasittir’ dendiği zaman kabul etmez ve şöyle derlerler: ‘İnsan içki içerse rahat olur, kafayı dinletir ve sakin olur. Kadın ve erkek razı olunca niye yasak olsun, onlar böyle eğlenir ve mutlu olurlar. Bunu yasakladığın zaman insanı sıkarsın ve mutsuz edersin. Faiz olmasa nasıl işler yürüyecek, neden insan başka insana karşılıksız borç versin’ gibi benzer fasitçe akıl yürütmeleri vardır. Bu nedenle Müslümanları cahillikle itham ederler, kendilerinin çok zeki ve akıllı olduklarını zannederek bunu göstermeye çalışırlar.
İşte, onun için Allahu Teâlâ bu ifadeleri kullanarak fesatçı olduklarını, hissetmeyip anlamadıklarını, kendilerini zeki ve akıllı olduklarını, diğer insanların cahil ve akılsız olduklarını zannetmelerini onların birer vasfı olarak sıralamıştır.
-14-
Münafıkların sefih olmaları:
Allahu Teâlâ onların ne düşündüklerini bize şöyle açıkladı:
وَإِذَا قِيلَ لَهُمْ آمِنُواْ كَمَا آمَنَ النَّاسُ قَالُواْ أَنُؤْمِنُ كَمَا آمَنَ السُّفَهَاء أَلا إِنَّهُمْ هُمُ السُّفَهَاء وَلَكِن لاَّ يَعْلَمُونَ
“Onlara: İnsanların iman ettiği gibi siz de iman edin, denildiği vakit “Biz hiç, sefihlerin iman ettikleri gibi iman eder miyiz!” derler. Biliniz ki, sefihler ancak kendileridir, fakat bunu bilmezler.” (Bakara 13)
Onlar, kendilerini büyük görürler, onun için diğer insanlar gibi samimi olmak istemezler. “İnsanların iman ettiği gibi” sözünün manası gerçek insanların inandıkları gibidir. Gerçek insan akıllı olup hakikati araştırır bulur. Sanki münafıklar gerçek insan değiller, onlar şeklen insana benzerler, fakat hayvan gibi yiyip içer, oynar ve eğlenirler. İşte, bu ifadede onlara büyük bir çatma vardı. Gerçek insanlar Allah’a, Resulüne, Kur’an’a, Kıyamet gününe vs. inanınca samimi şekilde inanırlar ve Allah’a ve Resulüne itaat etmeye hazır olurlar. Ama kalpleri hasta olan kimseler böyle olmazlar. Kibirlenirler ve kendilerinin diğer Müslümanlardan üstün olduklarını zannederler. Oysa kendini üstün olarak gören kimse beyinsizin ta kendisidir. Beyin sahibi insan akıllı, samimi ve mütevazı olur. Diğer müminlerin kendisinden daha mümin olabileceklerini düşünür, belki her mümin benden daha güçlü imana sahip olduğunu kendi kendine söyler belki bütün müminler benden önce cennete girerler diye düşünür. Hiç bir zaman benim imanım diğer müminlerin imanlarından daha güçlüdür diyemez. Hep bu konu hakkında korku ve ümit içerisinde yaşayıp imanını güçlendirmeye çalışır. İmanı güçlendirmek için hep Allah’ın farzlarını uygulamaya, nehiylerinden ve yasakladıklarından vazgeçmeye çalışır. Çünkü Allah’a itaat edildikçe iman güçlenir. Zira imanın en büyük işareti Allah’ın şeriatını uygulamaktır. Allah’u Teala Maide sûresinde geçtiği gibi Allah’ın hükmünü uygulamayanların kafir, fasık ve zalimlerin ta kendileri olduklarını açıkça bildirmiştir.
-15-
Münafıkların müminlerle alay etmeleri:
Kur’an’ı Kerim münafıkların sıfatlarını ve hareketlerini ortaya çıkartarak şöyle devam ediyor:
وَإِذَا لَقُواْ الَّذِينَ آمَنُواْ قَالُواْ آمَنَّا وَإِذَا خَلَوْاْ إِلَى شَيَاطِينِهِمْ قَالُواْ إِنَّا مَعَكْمْ إِنَّمَا نَحْنُ مُسْتَهْزِؤُونَ
“(Bu münafıklar) müminlerle karşılaştıkları vakit “(Biz de) iman ettik” derler. (Kendilerini saptıran) şeytanları ile baş başa kaldıklarında ise; ‘Biz sizinle beraberiz, biz onlarla (müminlerle) sadece alay ediyoruz’ derler.” (Bakara 14)
Onların kafir arkadaşları birer şeytanlar olarak nitelendi. Şeytan sözcüğü Arapçada “Şatta” fiilinden türedi. Haktan ve doğruluktan uzaklaşınca veya azgın olunca “Şatta” denir. Şeytan; bu fiili çok yapan ve insanları haktan, doğruluktan uzaklaştıran kimseye şeytan denilir. Sapan ve saptırıcı olan şeytan olur. O sebeple Cin sûresinde bir takım Cinler Kur’an’ı dinleyip Müslüman olunca şöyle dediler:
وَأَنَّهُ كَانَ يَقُولُ سَفِيهُنَا عَلَى اللَّهِ شَطَطًا
“Doğrusu bizim sefihimiz (İblis), Allah hakkında haktan ve doğruluktan pek uzak şeyler söylüyordu.” (Cin 4)
Onların sefihi iblis idi. Sefih ise beyinsizdir. İblis cinlerin babası ve ilk cin idi. Diğer cinleri saptırıyordu ve Allah hakkında, sapık, haktan ve doğruluktan uzak (شَطَطَا Şatata) şeyler söylüyordu. Bu nedenle, iblis çok şatata söylediği için şeytan olarak adlandırıldı. İnsanların babası ve ilk insan olan Adem Aleyhisselam’ı saptıran da odur.
İblise benzer veya sapık olup başka insanları saptıran veya iblisin amelini yapan kimselere şeytan denir. Allahu Teâlâ şöyle buyurdu:
وَكَذَلِكَ جَعَلْنَا لِكُلِّ نِبِيٍّ عَدُوًّا شَيَاطِينَ الإِنسِ وَالْجِنِّ يُوحِي بَعْضُهُمْ إِلَى بَعْضٍ زُخْرُفَ الْقَوْلِ غُرُورًا
“Böylece her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman kıldık. Birbirlerini aldatmak için süslü sözler söyleyip telkin ederler.’’ (En’am 112)
Bu ayette cinlerden şeytanların var olduğu gibi insanlardan da olduğu bildirilmektedir. Bunlar birbirlerini ve başkalarını aldatmaya çalışırlar, bu işin uğrunda güzel ve süslü sözler söylerler ki söyledikleri yalan ve aldatmalar diğerlerine cazibeli gelsin, böylece insanlar onların sözlerine kansınlar.
Özellikle onlardan zengin, otorite sahibi, ileri gelen ve ünlü olan kimseler bu işi yapabilir. Bu ayette daha ziyade bunlar kastediliyor. Bunlar birer şeytanlardır. Münafıklar, kendileri gibi şeytan olarak sayılan Yahudi ve Hıristiyan liderler, hahamlar ve papazların yanlarına gidince; ‘biz sizdeniz, sizinle beraberiz, biz Müslümanları alaya alarak kandırıyoruz’ derler. Müslümanların yanına gelince de; ‘biz Müslüman’ız’ diyorlardı. Bazen de namaza gidiyorlardı, oruç tutuyorlardı ve hatta Müslümanlarla beraber savaşa gidiyorlardı. Bunlar böylece Müslüman olarak gözükmeye çalışıyorlardı. Fakat kâfirlere; ‘biz gerçekte sizdeniz, sizinle beraberiz, Müslümanlarla alay ediyoruz, onları kandırmak için böyle yapıyoruz’ diyorlardı. Bugün, Türkiye’de ve diğer İslam memleketlerinde birçok yönetici, parti lideri ve ileri gelenler de aynen böyle yapıyorlar. Filistin’i gasbeden Yahudilerin lider ve yöneticileriyle veya Amerika ve Avrupa yöneticileriyle görüştüklerinde; ‘biz sizinle beraberiz, ancak Müslümanlar gibi davranmak zorundayız. Aslında onlarla alay ediyoruz’ derler. Yeni münafıklar eski münafıklar gibidir. Bunlar böyle yapmakla çok güzel bir iş yaptıklarını zannediyorlar. Allah onlara şöyle cevap veriyor:
اللّهُ يَسْتَهْزِئُ بِهِمْ وَيَمُدُّهُمْ فِي طُغْيَانِهِمْ يَعْمَهُونَ
“Gerçekte, Allah onlarla istihza (alay) eder de azgınlıklarında onlara fırsat verir, bu yüzden onlar bir müddet başıboş dolaşırlar.” (Bakara 15)
Çünkü hesaba çekileceklerini unutuyorlar. Bunun için Allah onlarla alay ediyor ve onlara diyor ki; ‘ey zavallı insanlar, kaç sene yaşayacaksınız!? Bu dünyadan ne kadar şey elde edeceksiniz!? Bana döneceksiniz ve öyle ağır ceza vereceğim ki ebediyen ondan kurtulamayacaksınız. Bugün, dünyada müminlerle alay ediyorsunuz, böylece seviniyorsunuz, her tür haramı işliyorsunuz, Allah’ı hesaba katmıyorsunuz. Ama yarın kıyamet günü müminler sizinle alay edecekler, kim kime gülecek bakacağız.’ Nitekim dünyada onların devletleri ve egemenlikleri geçicidir. Muhakkak, Allah onları yenilgiye uğratacak ve müminleri muzaffer kılacaktır. Esas itibariyle onlar iflas eden ve zarara uğrayanlardır. Onlar hakkında Allah Celle Celaluhu şöyle diyor:
أُوْلَئِكَ الَّذِينَ اشْتَرُوُاْ الضَّلاَلَةَ بِالْهُدَى فَمَا رَبِحَت تِّجَارَتُهُمْ وَمَا كَانُواْ مُهْتَدِينَ
“İşte onlar, hidayete karşılık dalâleti satın alanlardır. Ancak onların bu ticareti kazançlı olmamış ve kendileri de doğru yola girememişlerdir.” (Bakara 16)
Hidayeti gördüler, onlara hidayet geldi, sözde hidayete girdiler (hidayetli olarak gözüküyorlar) fakat bunu gerçekte reddettiler. Bu nedenle hidayeti satıp yerine dalaleti satın aldılar. Gerçekte onlar hidayet üzere değillerdir. Onların ticaretleri kârlı değil, zarardadır. Saf sûresinin 10’uncu ayetinde Allah’u Teala müminlere karlı ticareti gösteriyor. Bu ise; Allaha ve resulüne iman etmek ve Allah’ın uğrunda malla ve canla cihad etmektir. Bu ticaret gerçek ticarettir, acıklı azaptan kurtaran ve cennete götürendir.
Kureyş ticaret yapmakla ünlü olup kar ve zararın hesaplarını güzelce yaptıkları için Allahu Teâlâ dünya ve ahiret ticaretlerinden söz edip misaller gösterdi. Nitekim kıyamet gününe kadar bütün insanlar arasında ticaret devam edeceği ve insanlar kar ve zarar hesapları yapacaklarından dolayı ticaret misali vermek pek uygun ve canlı kalır. İnsanlar her asırda bunu düşünebilirler. Yalnız dünyayı kazanırsa ticareti karlı değildir. Çünkü bu kazanç geçicidir. Ahireti kazanırsa bu ticaret pek karlıdır. Çünkü ahiret daimidir. İman, cihad ve diğer salih amel karşılığında kazandığı kar olan nimetler hiç kesilmez ve eksilmez. Ayrıca, insan bu dünyada dünya için yaşamıyor, ahiret için yaşıyor. Dünya imtihan yeridir, her yönüyle insan imtihandadır. Eğer, her durumda Allah’ın dediğine uyarsa ahireti kazanır ve cennete girer.
-16-
Münafıkların nelere benzedikleri ile ilgili misaller:
Kârlı olan hidayet kendisine geldikten sonra reddedenlerin halini Allah’u Teâlâ başka misal göstererek şuna benzetiyor:
مَثَلُهُمْ كَمَثَلِ الَّذِي اسْتَوْقَدَ نَاراً فَلَمَّا أَضَاءتْ مَا حَوْلَهُ ذَهَبَ اللّهُ بِنُورِهِمْ وَتَرَكَهُمْ فِي ظُلُمَاتٍ لاَّ يُبْصِرُونَ
“Onların (münafıkların) durumu, (karanlık gecede) bir ateş yakan kimse misalidir. O ateş yanıp da etrafını aydınlattığı anda Allah, hemen onların aydınlığını giderir ve onları karanlıklar içinde bırakır; (artık hiçbir şeyi) görmezler.” (Bakara 17)
İslam’a ‘sözde’ girince ateş yakmış oldular. Fakat gerçekten İslam’a girmedikleri için Allah ateşin nurunu, İslam’ın ışığını onların üzerinden kaldırdı ve karanlıkta (küfürde) kaldılar. Yine de İslam’ı duyan ve araştırmayan kimseler nuru görmüş oldular, fakat bundan uzaklaştıkları için karanlıkta kaldılar. Artık, onlar hiç hakkı ve hakikati göremez, karanlıkta kalkıp yatarlar. İnsan münafıklar dâhil olmak üzere bu kafirlerin durumunu incelerse onların ne kadar karanlıkta kaldıklarını anlar. Onların günah dolu hayatlarının ne kadar çirkin olduğunu ve içlerinin ne kadar sıkıntılı ve huzursuz olduğunu görür. Hakkı duymak istemedikleri için onların hali şöyledir:
صُمٌّ بُكْمٌ عُمْيٌ فَهُمْ لاَ يَرْجِعُونَ
“Onlar sağırlar, dilsizler ve körlerdir. Bu sebeple onlar geri dönemezler.” (Bakara 18)
Münafıklar ve sair kâfirler hidayeti kabul etmedikleri, ondan yüz çevirdikleri için sağır, dilsiz ve kör oldular. Aynı anda hidayete bakıp dönemezler. Çünkü karanlığa alıştılar, nur olan hidayeti istemezler. Onlar, hakkı ve doğruluğu işitmezler, duymazlar, sağırdırlar. Bunlar dilsizdirler, haktan söz edemez, doğru fikir söyleyemezler.
İnsana konuşan bir hayvan denilir. Bunun nedeni de insanın düşünüyor olmasıdır. Münafıklar düşünmedikleri için dilsiz oldular. Şöyle ki; fikrini açıklamayan kimse düşünmeyen kimsedir. Düşünen kimse denilince olumlu sıfattır, doğruyu eğriden ayıran kimse demektir. Hem sağır, hem dilsiz, hem kör olarak nitelenen kişi hiç düşünmeyen kimse demektir. Bunlar hayvanlardan daha aşağı olurlar. Başka ayetlerde Allah Celle Celaluhu onları şu şekilde vasıflandırdı:
وَلَهُمْ أَعْيُنٌ لاَّ يُبْصِرُونَ بِهَا وَلَهُمْ آذَانٌ لاَّ يَسْمَعُونَ بِهَا أُوْلَئِكَ كَالأَنْعَامِ بَلْ هُمْ أَضَلُّ أُوْلَئِكَ هُمُ الْغَافِلُونَ…
“Onların kalpleri (akılları) var, onunla kavrayamıyorlar, gözleri var onunla göremiyorlar, kulakları var onunla işitemiyorlar, işte onlar hayvanlar gibidir; hatta daha da şaşkındırlar. İşte asıl gafiller onlardır.” (Araf 179)
İnsan, kalbini bir şeye açmazsa hiç düşünemez. Gerçek kendi önünde olsa da onu göremez ve ne kadar anlatılırsa anlatılsın anlayamaz. O sanki hiç duymuyor gibidir. Bunun sebebi; şartlı olması, hiç hakikati görmek veya işitmek istememesi, çok bağnaz ve inatçı olması, izzet-i nefs, gurur ve kibrin kendisinde bulunması veya çıkarına dokunması veyahut diğerlerin yaptıkları menfi propagandanın tesiri altında kalmasıdır. Bu nedenle, Allahu Teâlâ onların durumunu izah etti. Nitekim Allah’u Teâlâ bu çeşit münafık ve kâfirlerin durumu şuna da benzetti:
أَوْ كَصَيِّبٍ مِّنَ السَّمَاء فِيهِ ظُلُمَاتٌ وَرَعْدٌ وَبَرْقٌ يَجْعَلُونَ أَصْابِعَهُمْ فِي آذَانِهِم مِّنَ الصَّوَاعِقِ حَذَرَ الْمَوْتِ واللّهُ مُحِيطٌ بِالْكافِرِينَ
“Yahut (onların durumu), gökten sağanak halinde boşanan, içinde yoğun karanlıklar, gürültü ve şimşekler bulunan yağmur(a tutulmuş kimselerin durumu) gibidir. O münafıklar şimşeklerden gelecek ölüm korkusuyla parmaklarını kulaklarına tıkarlar. Hâlbuki Allah, kâfirleri çepeçevre kuşatmıştır.” (Bakara 19)
Karanlıktan maksat kalplerindeki şek ve şüphedir. Bu tür münafıklar İslam’a karşı tereddüt halinde oldukları için bunlar tam inanamadıkları gibi reddedemiyorlar da… Başka ifadeyle, fikirleri mefhum haline getiremiyorlar. Çünkü insan bir fikri kavrar, zihninde tasavvur eder ve ona inanırsa mefhum haline gelir. Neticesinde de mefhuma göre hareket eder. Bunu tam yerleştirir, ona teslim olur, herhangi bir tereddüde yer bırakmaz ve onu kendinden bir parça haline getirirse kanaat hâsıl olur. Münafıklar bunlara tam güvenemeyip tereddüt içindedirler. Dolayısıyla onların hali gürültü çıkartmaktan başka bir şey değildir.
Şimşek ise nur ve ışıktır. Kalplerine şimşek gibi iman nuru giriyor, parlıyor ve sonra kaybolup gidiyor. Bu tür insanlar bazen etkileniyorlar, geriden bakışta mümin oldukları zannedilir. Fakat onlardaki bu iman geçicidir, tam manasıyla sabitleşmiyor. Tamamen şimşek gibi parlıyor ve hemen sonra sönüp kayboluyor. Oysa onlar karanlıktadırlar, kalpleri kara bulutlarla doludur, bulutlar çarpışınca gürültü olur, fikirleri çelişki içindedir, tam kanaat getiremiyorlar. Bu çarpışma esnasında şimşekler çakar, sanki iman kalplerine girmiştir. Fakat güvenemedikleri için bu parlama hemen kaybolmaktadır. İçlerindeki tezatlar ve fikir çarpışmasından dolayı neredeyse ölecekler, gürültü onları çok etkiliyor. Tezat olması, eski fikirler ve inançları üzerinde kalmak istiyorlar, yeni fikirleri duymak için parmaklarını kulaklarına tıkıyorlar. Çünkü yeni fikirler/İslam fikirleri kulaklarına girerse önceki batıl ve küfür fikirleriyle çatışma başlar. Böylece fikri çatışma meydana gelmiş olur. Fikirler etkilediği için bu hale düşerler.
Bu asırda bunlara benzer insanları görmek mümkündür. Onlar hak ve doğru fikirleri hiç duymak istemezler. Duyarsa ona ölümden ağır gelir. O kadar rahatsız olurlar ki, karşısındaki ile kavga etmeye kalkışır veya onu kovmaya çalışır.
Ama kâfirler nereye kaçacaklar? İmanında tereddüt, şüphe ve şek olan kimseler kâfir olurlar. Çünkü inanamıyor, güvenemiyor, hep tereddüt halindedir. Hucurat sûresinin 14 ve 15. ayetlerinde bir takım bedevilerin durumunu anlatıyor. Bunlar inandık dediler, Allah onlara diyor ki;
قَالَتِ الْأَعْرَابُ آمَنَّا قُل لَّمْ تُؤْمِنُوا وَلَكِن قُولُوا أَسْلَمْنَا وَلَمَّا يَدْخُلِ الْإِيمَانُ فِي قُلُوبِكُمْ وَإِن تُطِيعُوا اللَّهَ وَرَسُولَهُ لَا يَلِتْكُم مِّنْ أَعْمَالِكُمْ شَيْئًا إِنَّ اللَّهَ غَفُورٌ رَّحِيمٌ
“Bedevîler “İnandık” dediler. De ki: Siz iman etmediniz, ama “Boyun eğdik” deyin. Henüz iman kalplerinize yerleşmedi. Eğer Allah’a ve elçisine itaat ederseniz, Allah işlerinizden hiçbir şeyi eksiltmez. Çünkü Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir.” (Hucurat 14)
إِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ الَّذِينَ آمَنُوا بِاللَّهِ وَرَسُولِهِ ثُمَّ لَمْ يَرْتَابُوا وَجَاهَدُوا بِأَمْوَالِهِمْ وَأَنفُسِهِمْ فِي سَبِيلِ اللَّهِ أُوْلَئِكَ هُمُ الصَّادِقُونَ
“Müminler ancak Allah’a ve Resûlüne iman eden, ondan sonra asla şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla savaşanlardır. İşte doğrular ancak onlardır.” (Hucurat 15)
Bakara sûresinin 20. ayetinde İslam nurunun tesirini şöyle anlatıyor:
يَكَادُ الْبَرْقُ يَخْطَفُ أَبْصَارَهُمْ كُلَّمَا أَضَاء لَهُم مَّشَوْاْ فِيهِ وَإِذَا أَظْلَمَ عَلَيْهِمْ قَامُواْ وَلَوْ شَاء اللّهُ لَذَهَبَ بِسَمْعِهِمْ وَأَبْصَارِهِمْ إِنَّ اللَّه عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ
“(O esnada) şimşek sanki gözlerini çıkaracakmış gibi çakar, onlar için etrafı aydınlatınca orada birazcık yürürler, karanlık üzerlerine çökünce de oldukları yerde kalırlar. Allah dileseydi elbette onların kulaklarını sağır, gözlerini kör ederdi. Allah şüphesiz her şeye kadirdir.” (Bakara 20)
Burada, insanların kalplerine imanın şimşek gibi girmesi ve çıkmasının durumunu anlatıyor. Kalplerinde biraz iman gözüktüğünde doğru yolda yürürler, imandan söz ederler, İslam için müminlerle beraber hareket ederler. Bazen cihad ederler ve davayı anlatırlar. Fakat bu iman sabit olmadığı için şimşek gibi parlıyor, sonra tekrar karanlıkta kalıyorlar. Eski halde bulundukları yerde kalırlar ve eski fikirlerine geri dönerler. Çünkü yeni fikirleri kalplerine yerleştiremiyorlar. Allah istese onları sağır ve kör bırakır. Yani, kâfirler gibi olurlar. Fakat Allah onlara müdahale etmiyor, insanı imana veya küfre zorlamıyor, onu serbest bırakıyor. Oysa Allah her şeye kadir olduğu için bunu yapardı. Ancak, insanları imtihan etmek için insanları serbest bırakıyor, isteyen mümin olsun, isteyen kafir olsun. Kehf sûresinde şu ayette geçtiği gibi:
وَقُلِ الْحَقُّ مِن رَّبِّكُمْ فَمَن شَاء فَلْيُؤْمِن وَمَن شَاء فَلْيَكْفُرْ إِنَّا أَعْتَدْنَا لِلظَّالِمِينَ نَارًا أَحَاطَ بِهِمْ سُرَادِقُهَا وَإِن يَسْتَغِيثُوا يُغَاثُوا بِمَاء كَالْمُهْلِ يَشْوِي الْوُجُوهَ بِئْسَ الشَّرَابُ وَسَاءتْ مُرْتَفَقًا
“Ve de ki; Hak, Rabbinizdendir. Öyle ise dileyen iman etsin, dileyen inkar etsin. Biz, zalimlere öyle bir cehennem hazırladık ki, onun duvarları kendilerini çepeçevre kuşatmıştır. (Susuzluktan) imdat dileyecek olsalar imdatlarına, erimiş maden gibi yüzleri haşlayan bir su ile cevap verilir. Ne fena bir içecek ve ne kötü bir kalma yeri!” (Kehf 29)
Müfessir: Esad Mansur