Osmanlı Hilafet’in son dönemlerinde, yani büyük çöküşün (inhitatın) gerçekleştiği 18. yüzyılın ortalarından sonra, İngilizler’in Osmanlı Hilafet Devleti’ne karşı gerçekleştirdiği Vahhabi akımı ile Haziran 2013 yılından beri ve özellikle Musul istilasından sonra iyice gündeme oturan İŞİD hareketinin arasındaki benzerlikler oldukça ilginç.
Son günlerde gerçekleşen, yani İŞİD’in kuzey İrak Kürt bölgesinde elde ettiği başarılar ve Erbil’e 30 km. kadar yakınına gelmiş olmaları ve yine bir çok Türkiye sınırına yakın yerleri ele geçirip, tekrardan batı medyasının gündemine girmiş olmasına sebep olan nedenlerden biri de ABD’nin İŞİD’e karşı gerçekleştirdiği hava harekatını gerçekleştirmiş olması nedeni ile bu konu üzerinde de duracağız. Lakin öncelikle Vahhabi hareketinin doğuşu ve İngilizlerin güdümünde olan Muhammet b. Suud üzerinden nasıl kullanıldıklarını sizlerle paylaşmak istiyorum. Daha sonra günümüzdeki İŞİD – ABD ilişkisini ve tarih tekerürden ibarettir kaidesi gereği Vahhabi – İngiliz ilişkilerinin benzerliklerini ele almak istiyorum. Bunu yaparkende yanlış anlaşılmaması için Muhammed bin Abdülvahhab’ın İngiliz ve Ebu Bekir Bağdadi’nin ise ABD ajanıdır demiyorum. Bilakis nasıl zamanında İngilizlerin Vahhabi akımını kendi siyasi emelleri için kullandığı ise, günümüzdede ABD’nin İŞİD akımı üzerinden kendi siyasi emellerini gerçekleştirmeye çalıştıklarına şahit olmaktayız diyorum. İşte tüm bu konuları ele almadan önce gelelim Vahhabi harektinin doğuşuna ve Osmanlı Hilafet Devletine vermiş olduğu zararlara.
Muhammed bin Abdülvahhab 1703 yılında Nejd bölgesinde Diriye civarlarında doğmuştur. Vahhabi Mezhebini oluştururken bir çok konuda mevcut yaygın mezheb görüşü ve düşüncesine çok uzak ve tabiri caiz ise radikal olduğu için, bulunduğu memleketinden sürüldü ve 1740 da Anze kabilesi reisi Muhammed b. Suud’a sığındı. 1747 de Muhammed b. Suud, Muhammed b. Abdülvahhab’ın fikirlerini kabul ettiğini ve ona yardım edeceğini; onun bu fikirlerini koruyacağını ilan etti. 1757 yılına kadar Arab yarım adasının bir kısmını ele geçirdiler. Bu hızlı ilerleyişinden sonra 31 yıl boyunca bir duraklama dönemi başladı. 1788 yılında birden, yani Abdülvahhab’ın ölümünden 4 yıl önce, 1765 yılında ölen Muhammed b. Suud’un yerine gelen oğlu Abdülaziz büyük bir atılımla bir çok yeri ele geçirerek ilk Suudi Devlet’ini kurdu. Bu faaliyet Kuveyt’e hücum edip almakla başladı. Arkasından yeni genişleme hareketlerine giriştiler. Arap yarımadasında, Şam’da, Irak’ta da komşuları olması hasebiyle; Hilâfet Devleti olması bakımından Osmanlı Devleti için bir huzursuzluk kaynağı oldular. Başka mezheplerden vazgeçip kendi mezheplerine tabi olmaları için Müslümanlarla ve Halife ile çarpıştılar. İşte böylece Suudi emirleri Osmanlı Devleti’ne darbe indirmek; Müslümanlar arasındaki mezhep harplerini körüklemek için Vahhabiliği siyasî bir alet olarak kullandılar. 1801 yılında kutsal beldeler olan Mekke ve Medine’yi ele geçirdikten on yıl sonra Osmanlı Halifesi Mısır valisine oda oğlu Tosun’u Vahhabilere karşı taaruza geçme emrini verdi. Daha sonra hezimete uğrayan Suudi devleti daha çok güney-doğuya çekilmek zorunda kaldı ve ikinci bir Suudi devleti kuruldu. 1891 yılında ise ikinci Suudi devletide yıkıldı ve ardından İngiliz casus Arabistanlı Lawrence tarafından çıkarılan iç karışıklıklar neticesinde Hicaz Krallığı ve Nejd Sultanlığı ortaya çıktı. Hicaz Krallığı ve Nejd Sultanlığı Osmanlı’ya karşı ayaklanan Abdülaziz El Suud tarafından zorla birleştirildi ve günümüze kadar uzanan üçüncü Suudi Devleti kurulmuş oldu.
İşte tüm bunlar gerçekleşir iken Muhammed Abdülvahhab ve ona samimi bir şekilde gönül vermiş olan müslümanlar, İngilizler’in sadık köpekleri olan Suud ailesinin maalesef maşası konumunda oldular. Abdülvahhab ve beraberlerindekilerin İngiliz siyasi emelleri için kullanıldıklarının farkında olup olmamaları, aslında hiçte o kadar önemli değil. Önemli olan İngiliz’lerin güdümünde olan Suud’larla beraber hareket etmek sureti ile onların ekmeğine yağ çalmalarından kirli ve sinsi planlarına sebeb olmalarıdır.
İkinci Dünya Harbine kadar İngiliz’lerin ve daha sonra ise ABD’nin menfaatleri için ayakta tutulan zalim Suud ailesinin anlamak adına bir kaç rakamı sizlerle paylaşmak istiyorum. Suudi Arabistan’ın kurucusu Abdülaziz El Suud 41 kadınla evlenip 36 erkek ve 27 kız çocuğu sahibi oldu. Bu erkek ve kızlardan ve onların çocuklarından şimdiye kadar doğanların sayısı yaklaşık 6 bin prens ve prenses. Günlük tüm harcamaları devlet tarafından karşılanan bu prens ve prenseslerin ülke bütçesine maliyeti yıllık 2 milyar dolar. Ama toplam servetleri bir trilyon dolardan fazla. Örneğin Savunma Bakanı da olan Prens Sultan’ın serveti yaklaşık 80 milyar dolar olarak tahmin ediliyor. Bu servetin kaynağı askeri ihalelerden elde ettiği komisyonlardır. İşte müslümanların malı olan petrolü kendi zevki sefaları için kullanan Suud ailesinin eline geçmeyip batılılara peşkeş çekilen rakamlar ise çok daha fazla ve anormal konumda.
Gelelim günümüzdeki İŞİD sorununa ve Vahhabi akım ile benzerliklerine. Benzerlik derken sadece siyasi ve batının siyasi emellerine müsaid oluşunu kastetmiyorum. Benzerlik aynı zamanda fikri yapısınıda kapsamaktadır. Örneğin; Vahhabi düşüncesine göre her türlü mezarlık ve türbe haramdır. Bu düşünceyi İŞİD’inde sahiplendiğini, yaptıkları yıkımlarlar görmekteyiz. Bir çok türbe ve mezarlık şuan yıkılmış bulunmaktadır. Yine Şii mezhebi Vahhabi ve İŞİD düşüncesine göre küfürdür. Dolayısıyla nasıl zamanında Vahabiler şiilerin kutsal olarak gördükleri yerleri yıkıp yaktılar -örneğin Kerbela ve şiileri öldürdüler- ise, bugünde İŞİD aynı icraatı gerçekleştirmektedir.
Siyasi olarak benzerliklere gelecek olursak. Mezkur tarihi hatırlatmada olduğu gibi, günümüzde de İŞİD’in özellikle Musul çıkartmasından sonra ABD’nin çıkarları doğrultusunda hareket ve savaşma iznini vermiş olduğunu görmekteyiz. Bunu pekiştirmek için -örneğin Obama’nın son yapmış olduğu açıklamada- şunlar dikkatimizi çekmektedir.
Barack Obama, Amerikan ordusunun, militanların Erbil’e ilerleyerek ülkesinin çıkarlarını tehdit etmesi halinde harekete geçeceklerini söyledi. ABD’nin Erbil’de bir konsolosluğu bulunuyor. Amerikalı askeri danışmanların da Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin başkenti olan Erbil’de görev yaptıkları biliniyor. (BBC.co.uk / 08.08.14)
Bu açıklamalara benzer açıklamalar ABD Savunma Bakanı Chuck Hagel ile Başkan Yardımcısı Joe Biden’de geldi. Ve nitekim gün içinde ABD savaş uçakları Erbil yakınlarında bulunan İŞİD konvoyununa saldırdı. Bu aslında şu anlama gelmektedir. ABD, İŞİD’in Erbil ile Bağdat arasında bulunmasını istemektedir ve dolayısıyla izin vermektedir. Lakin Erbil veya Bağdat’a saldırdığı zaman ona savaş uçakları ile dur demektedir. ABD’e tarafından İŞİD’e İrak’ın merkezinde ve Suriye’nin kuzey-doğusunda rahatlıkla hareket edebilme sebebini sorguladığımızda, karşımıza şu hakikatlar çıkmaktadır. Irak’da ABD ezelden beri üç Devlet stratejesi izlemektedir. Bu kuzeyde Kürt, güneyde ise Şii devletidir. Kuzeydeki Kürt devletinin başkenti Erbil iken, güneydeki Şii devletinin muhtemel başkenti ise Bağdat olmaktadır. Şu durumda kendisini Halife ilan etmiş olan İrak’ın merkezinde bulunan İŞİD’in kurmuş olduğu sözde İslam Devleti’nin başkenti ise muhtemelen Musul olacaktır. İŞİD’in varlığı ile en başta Kürt Devletin varlığı hatta İŞİD’in son taaruzunda ise çeşitli Kürt gurupların PYD/PKK ve Peşmerge dahi birleşmiş durumdadır. Yine aynı şekilde şiilerin güneyde birleşip kenetlenmesine ve İŞİD üzerinden sunni müslümanlara karşı cephe olmaları sağlanmış durumdadır. Aynı şekilde İŞİD’in Suriye’deki varlığıda batının işine gelmektedir. Beşşar Esad’a ve onu destekleyen Hizbul-İran ve şii milislerin rahat bir nefes almalarına ve sebeb olmuştur. Yine Suriye’de İŞİD’in kalesi konumunda olan Rakka’ya neredeyse hiçbir şekilde saldırılmamış olması ve İŞİD’in orada rahatlıkla hareket edebilme imkanı verilmiş olması, batının sinsi planını bize hissettirmektedir.
ABD’nin Erbile 30 km yaklaşan İŞİD’de savaş uçakları ile saldırmış olması ve açıkca kendi çıkarları olarak adlandırmış olması, fakat bu çıkarların Musul ve Rakka konusunda nedense sözkonusu olmamış olması, ABD’nin sinsi pilanını çağrıştırmaktadır.
Aynı zamanda bu kargaşadan Kürt halkının oldukça faydalandığını ve orta vadeli ABD’nin o bölgedeki önemli bir devleti olacağını Obama’ya yakınlığıyla bilinen Center for American Progress’deki Türkiye uzmanı Michael Werz gibi Demokratik Partili kişilerde açıkca dile getiriyorlar. Michael Werz Alman Deutschlandfunk’da Betina Klein’a vermiş olduğu bir söyleşide açıkca bundan bahsediyor ve Kürtlerin batı ile uyumlu çalışan bir halk olduğunu ve çıkan kargaşadan ötürü çok daha fazla silahla silahlandırılacağından bahsediyor.
Batı özellikle ABD değişik oyun ve entrikalarla kurulması an meselesi olan ikinci Raşidi Hilafet Devletini engellemek adına hertürlü tehlikeyi göze almaktadır. Hatta bu 100% kendi kontrolünde olmayan ve aslında imkanı olsa ABD ve batının her bireyini bir kaşık suda boğmayı arzulayan İŞİD gibi aşırı hareketleri dahi kullanmak zorunda olduğuna şahit olmaktayız. Lakin İngiliz’lerin Vahhabiler ile yıkmayı öyle veya böyle başardıkları Hilafet Delveti, inşallah ABD’nin İŞİD üzerinden engellemeye çalıştıkları ikinci Raşidi Hilafet Devletinin ikamesi, biiznillah daha suratli bir şekilde hayat bulacaktır.
Kardeşiniz; Mehmet Aydın