Home / News / YAZARLAR / Necati Erdem / Kendi Nefsine Hükmedemeyen, Başkasını Etkileyemez
islam devleti default

Kendi Nefsine Hükmedemeyen, Başkasını Etkileyemez

İnsanoğlu hayatı boyunca yaptığı tüm amellerde; iyi, güzel ve doğru şeyler ile kötü, çirkin ve yanlış şeyler sergiler. Yapılan ameller ilk önce zihinde oluşur, sonra bu söylem ve amel olarak ortaya çıkar. Müslümanların söylemi ile ameli aynı doğrultuda olmalı, söz, fiil ve davranışları da inancına ters düşmemelidir. Aksi davranış, toplumda model durumunda olan Müslümanlar açısından güzel ahlakın, dürüstlüğün ve güven duygusunun zedelenmesine, hatta yok olmasına sebep olabilir. Bu, Müslümanlar arasında samimiyetsizliğe, ayrışmaya ve gruplaşmaya yol açar. Birçok insanın günlük hayatında kendinde olan acziyet ya da eksikleri görmezden gelerek başkaları üzerinde etki kurmaya çalışması abesle iştigal etmesi gibi bir şeydir. Zira Kendi Nefsine Hükmedemeyen, Başkasını Etkileyemez.

Bu bağlamda Allah Subhânehu ve Teâlâ Kur’an’da müminlerin söylem ile eylemlerinin birbiriyle uyumlu olmasını, verilen söz ve yapılan sözleşmelere sadık kalınmasını istemekte ve şöyle buyurmaktadır:

أَتَأْمُرُونَ النَّاسَ بِالْبِرِّ وَتَنسَوْنَ أَنفُسَكُمْ وَأَنتُمْ تَتْلُونَ الْكِتَابَ أَفَلاَ تَعْقِلُونَ

Siz kitabı okuduğunuz halde insanlara (başkalarına) iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz? Bunun yanlış olduğunu düşünemiyor musunuz?” (Bakara: 44)

Ali b. Zeyd’den, o Enes’ten şöyle dediğini rivayet etmektedir. Rasulullah SallAllahu Aleyhi Vessellem buyurdu ki; “İsra’ya götürüldüğüm gece dudakları ateşten makaslarla kesilen birtakım kimselerin yanından geçtim. Bunlar kimlerdir Ey Cebrail, dedim. Bana şu cevabı verdi: Bunlar dünya ehlinden olan hatiplerdir. İnsanlara iyiliği emreder, Kitabı okudukları halde bizzat kendileri unutanlardır. Bunlar hiç akıl etmezler mi?”

Ebû Umame’nin de rivayetine göre Rasulullah SallAllahu Aleyhi Vessellem şöyle buyurmuştur: “İnsanlara iyiliği emredip de kendilerini unutanlar cehennem ateşinde bağırsaklarını sürüklerler. Onlara, siz kimlersiniz diye sorulur, şu cevabı verirler: Bizler insanlara hayrı emrettiğimiz halde kendimizi unutan kimseleriz.”

Kurtubi bu ayet-i Kerime ve hadislerle ilgili şöyle demektedir: Sahih hadis ile âyetin lafızları maruf ve münkeri bilip bunların her birisinin gerektirdiği görevi yerine getirmenin vücubunu bilen bir kimsenin, bunları bilmeyen bir kimseye göre cezasının daha ağır olacağını gösterir. Çünkü o bu şekilde yüce Allah’ın yasaklarını küçümsüyor, hükümlerini hafife alıyor gibidir. Ve böyle bir kimse kendi bilgisiyle yararlanamayan kimsedir. Rasulullah SallAllahu Aleyhi Vessellem ise şöyle buyurmuştur: “Kıyamet gününde azabı insanlar arasında en çetin olacak kimse yüce Allah’ın kendisini bilgisiyle faydalandırmadığı ilim adamı olacaktır.” (Hadisi İbn Mace Sünen’inde rivayet etmiştir.)

Başkalarını iyiliğe çağırıp, nasihatlarda bulunup da söylediklerine ters düşen davranışlarda bulunmak, insanların zihinlerinde sadece bu tür kişilerin şahsiyetlerine karşı değil, dile getirmiş olduğu davaya karşı da soğukluk uyandıran büyük bir musibettir. Bu musibet, insanların kalplerinde ve kafalarında kargaşa doğurur. Çünkü bir yandan doğru sözler dinlerken diğer yandan yanlış davranışlar gören insanlar, sözle davranış arasındaki bu çelişki karşısında muhasebe yaparak kişiyi kayda değer bulmaz. Ayrıca verilmek istenen mesajlar da ehemmiyetini ve gerçekliğini yitirir. Bu şekilde yapılacak davetle insanların güvensizliğine sebep olurken beraberinde dine karşı da güvenlerini kaybederler.

Sorumlu olduğumuz amelleri gerçekleştirmek için sadece söylemle kalınmamalı bilakis harekete/eyleme geçmek gerekir. Toplum içerisinde belirli misyonu taşıyan kişiler toplum nezdinde göz önünde bulunurlar. Çünkü onlar model insandırlar. İslam’ın öngördüğü model insan; Allah ve Rasulunün hitabına teslim olandır. Bu şahıslar Şer’i hükümlere olan bağlılıkları ile nefislerine bir yön vermiştir. Diğer bir tabirle İslam’ın emir ve nehiyleri ile nefislerine hükmeder duruma gelmişlerdir. Duyguları, söylem ve meyilleri İslam’ın hükümleri ile kontrol altına alınmıştır. Zaten söylemlerinde ne denli samimi ve kararlı olduğu hayatta sergilediği davranışlarından anlaşılmaktadır. Öyle ki hayatın çeşitli zorunlulukları ve şartları gereği aciz düşüp yapmak zorunda olduğu davranışlar nedeniyle insan, inancından ya da başkalarına yönelttiği davetten kendisi uzak düşerek doğru yoldan sapabilir. Müslümanlar, kendilerini ne kadar güçlü görürlerse görsünler, tek güç kaynağı olan yüce Allah’a dayanmadıkça, O’nunla bağlantı kurmadıkça zayıftırlar ve nefislerine hükmedemezler.

Müslümanlar birçok meselede olduğu gibi nefislerine hükmetme konusunda da kendi/akıllarınca tespit ettikleri veya birilerinin gösterdiği yöntemlere veya kaçamak çarelere başvurdular. Bu da Müslümanlarda kargaşaya sebebiyet verdi. Onun için söylemleri ve amelleri uyuşmaz oldu. Bu durumda insan şer güçler karşısında gevşekliğe kapıldığı, vehime düştüğü bir zayıflık anında acziyet gösterebilir. O an, bütün geçmişini, şimdiki zamanını ve geleceğini mahveder. Müslümanlar öncelikle davete kendi nefislerinden başlamak suretiyle, kaçamak yollardan ve önlerine konan gayr-i İslami yöntemlerin tümünden arınmak zorundadır. Nefislerine hükmetme yöntemini İslam’ın kendisinden almalıdır. Kuran’dan almalı, Rasulden almalı, sahabeden almalıdır… Şu bir gerçektir ki bir kimse ezelî ve ebedî bir güç sahibi Allah’a dayanıyorsa, şahsi ihtiras ve zayıflıklarına, hayatın zorunluluk ve kaçınılmazlıklarına, karşısına dikilen güçlü rakiplere karşı, kısacası her şeye ve herkese karşı güçlüdür, nefsine hükmetmiştir. Allah Subhânehu ve Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اتَّقُوا اللَّهَ وَقُولُوا قَوْلًا سَدِيدًا يُصْلِحْ لَكُمْ أَعْمَالَكُمْ وَيَغْفِرْ لَكُمْ ذُنُوبَكُمْ وَمَن يُطِعْ اللَّهَ وَرَسُولَهُ فَقَدْ فَازَ فَوْزًا عَظِيمًا

“Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının ve her zaman doğru ve hak söz söyleyin ki, Allah sizin işlerinizi düzeltsin ve günahlarınızı bağışlasın. Kim Allah’a ve Rasulüne itaat ederse, muhakkak büyük bir başarıya ulaşmıştır.” (Ahzab:70-71)

Nefsine hükmedebilmenin yöntemini Rasulullah SallAllahu Aleyhi Vessellem sahabesine ve onlar yolu ile de bütün insanlığa göstermiştir. Nitekim Abdullah b. Hişâm, Hz.Ömer (R.A)’ın bir gün Rasulullah SallAllahu Aleyhi Vessellem’e şöyle dediğini rivayet etmiştir:

“Ey Allah’ın Rasulü sen bana, nefsim hâriç her şeyden daha fazla sevimlisin” demiştir. Hz. Peygamber (sav) ise, O’na “Hayır Ey Ömer, nefsim elinde olan Allah’a yemin olsun ki; sen, beni nefsinden de daha fazla sevmedikçe gerçek iman etmiş olamazsın.” buyurmuştur. Hz. Ömer (RadiyAllahu anh)’da O’na; “Vallâhi şimdi sen bana nefsimden de daha fazla sevimlisin” dediğinde, Hz. Peygamber (sav); “Şimdi imanının kemâle erdi Ey Ömer” demiştir. (Buhârî)

Görüldüğü gibi Hz. Ömer (RadiyAllahu anh) davadaki samimiyetin zirvesine ulaşıp, kendi canını ortaya koyarak Nefsine hükmetmenin en güzel örneğini göstermiştir. Diğer sahabelerde tıpkı Hz. Ömer gibi nefislerine hükmederek başkalarına (örnek olarak) etki etmişlerdir. Bugün de davayı yüklenen Müslümanlar öncelikle nefislerini İslam’la satın almasını, ona hükmedebilmesini bilmelidir. Bu inanç ve öğreti Müslüman’ı hayatta daima etkili kılacak ve ayakta tutacaktır.

İnanmış bir kalpten kaynaklanmayan söz ne kadar cazibeli, etkili ve dokunaklı görünse de bir müddet sonra o etki kaybolacak ve rahatsız edici ses yığınına dönüşecektir. Bu hakikat toplum içerisinde âlim ya da bilgili olarak gözükmek isteyen kişilerin hayatında ne yazık ki sıkça gözlemlenmektedir. İnanmadığı sözleri dilleri ile söyleyerek, İyiliği başkalarına emrederken, kendisinin yapmaması kadar kötü bir davranış olamaz. Hz. Ali (RadiyAllahu anh): ‘Bir gerçeği savunurken ona önce kendiniz inanmalısınız, başkalarını inandırmak sonraki iş’ sözü çok isabetli bir sözdür.

Hayatında hiç zorluk ve çile görmemiş birisi açlığı ve zorluğu hissedemez. Çevresinde olup bitenlerden habersiz yalnızca hayatını idame ettirmeye gayret sarf eder. Ancak açlığı hisseden aç olanın halinden çok iyi anlar ve hassasiyetini daima muhafaza eder. Yaşadığı kapitalizm nizamından rahatsızlık duymayan Müslüman’da aynı aç olmayanın misali yapılan zulmü hissedemez olduğundan içerisinde yaşadığı toplumu değiştirmeye gerek duymaz ve bu iradeye de zaten sahip değildir. Çünkü küfrün ortaya koyduğu zulmü ve gayri İslami tüm kanun ve nizamları hissetmek beraberinde ondan kurtulma iradesini doğurur. Ancak amacın yerine gelmesi ve sağlıklı sonuçlar vermesi açısından sadece vakıayı hissetmekte yeterli değildir. Bunun yanı sıra bu hissedilen vakıanın sağlam fikre dayalı olması gerekir. Zira fikirden yoksun his sadece tepkisel harekete dönüşür. Buda akıbeti belli olmayan yerlere sürükler. Bunun için düşünmeden belirli fikre dayanmadan harekete asla geçilmemelidir. Bir vakıayı hissetmek iradeyi doğurur. Fikir ise bu iradeyi güçlü ve verimli etkili kılar.

İnanarak, uğrunda bedeli ödenerek söylenen sözlerin etkisi o kadar güçlüdür ki yıllar geçse de bu etki nesillerden nesillere sürebilmektedir. Halife Mu’tasım’ın Rum valisine söylediği söz gibi. Ne yapmıştı Mu’tasım. Hani bir Müslüman kadın esir düşmüştü. O kadın yetiş ya Mu’tasım feryadı attığında bu feryada kulak vermiş Rum valisine bir mektup yazmıştı. Mektubunda Valiyi tehdit ederek kadını serbest bırakmasını istemişti. Vali umursamadı, gelemez sandı, boş laf, kuru tehdit zannetti. Ama o koskoca bir orduyu karşısında görünce gördüklerine inanamadı. İşte burada da görüyoruz ki sözün arkasında durarak eyleme dönüştürüldüğünde karşı tarafa etkisini gösterecektir. Ancak bu şekilde bir duruş sergilendiğinde zaman sözleri etkili olur ve insanlar onun sözlerine itibar eder. Çünkü bu sözler gücünü cazibeli olmalarından değil, gerçek oluşlarından, vakıaya uygun olmalarından ve vakıanın üzerine hükmün/şer’i hükmün indirilmesinden alırlar.

Geçmişte kâfirler Müslümanları bu yönü ile tanıdı. Onun için anlaşmalar da olsun, herhangi bir görüşme de olsun ciddiyetle bu meseleyi hesaba katarak hareket ediyorlardı. Bir Müslüman idareci ile muhatap olacaklarında veya herhangi bir Müslüman gördüklerinde alaycı ve aşağılayıcı bir pozisyondan ısrarla kaçıyorlardı. Biliyorlardı ki Müslümanlar sözlerinde ve amellerinde doğru ve ciddi bir minval üzeredirler. Müslümanların İslam’a bağlılıklarından kaynaklanan yüceliğini biliyorlardı. Onun için Müslümanların haysiyet ve onurlarına dokunacak en ufak amelden imtina ederek ve onun hakkında ileri-geri konuşmaktan kaçınıyorlardı. Buna benzer vakıalar yakın tarihimizde de cereyan etmişti. Hatırlarsınız Ebu garip hapishanesinde onlarca ıraklı Müslüman bacılarımıza tecavüz edilirken oradan da çığlıklar yükselmişti. Hatta “kurtarın bizleri” demiyorlardı “bizleri öldürün belki bu işkenceden kurtuluruz ve huzura kavuşuruz” diyorlardı. Filistinli küçük yavrumuzda çığlıklar atıyordu. Suriye’den de buna benzer çığlıklar yükselmişti. “Neredesiniz ey Müslümanlar” diye. Bu olayların akabinde “one minute” diyerek Davos görüşmelerini terk eden Erdoğan’ın bu çıkışı İslam âleminde büyük yankı yapmıştı. Ama kısa bir zaman sonra bu yankı yerini hayal kırıklığına bıraktı. Çünkü kamera karşısında kükreyen masa başında Müslümanları satıyordu. Onlar için en basit girişimlerde bile bulunmuyordu. Bir geçmişteki söylemlerin nasıl eylemlere dönüştüğüne bakın, birde günümüzde boş kurusıkıdan ibaret olan sahte söylemlere. Sizce hangi söylem etkili ve gerçekçi? İşte bundan dolayı kâfirler Müslümanları ve onların başındaki yöneticileri gale almıyorlar. Hatta onları zelil edici tavırlar sergileyerek saldırıyorlar. Onlarda inançlarına olan sadakat, bağlılık, dürüstlük, doğruluk görmüyorlar. Kendilerinden farklı bir yön ortaya çıkmadığı için de istedikleri gibi avuçlarının içerisinde oynatıyorlar. Ortaya çıkan bu tablo neticesi kâfirler sadece bununla da sınırlı kalmayarak inançlarımızı ve kutsallarımıza da saldırıyorlar.

Halen tüm bu yaşanan olaylara rağmen, bizler sabah kalktığımızda “yine küfür nizamının altında, yeni bir güne başlıyorum” diyerek mevcut nizamdan nefret duyarak, bunun rahatsızlığını hissetmeyip, Batılın yıkılması ve savunduğumuz Raşidi Hilafetin tekrar hâkim olması için gayret etmiyor, bir amele girişmiyorsak, Vallahi biz kendimizi eylemsiz söylemlerimizle avutuyoruz demektir.

Başımızı şöyle bir çevirip İslam coğrafyasına baktığımızda hep kan ve gözyaşı görüyoruz. Hiçbir güvenlikleri olmadan, sahipsiz, korumasız yaşayan Müslümanların çektikleri acıyı tarif edemeyiz. Amerika, Rusya, İngiltere, Fransa ve benzeri sömürgeci kâfir devletler İslâm âleminin ve Müslüman toplulukların başına çullanmışlar, İslâm âleminin servetlerini kapışıyorlar, Müslümanları katlediyorlar, ırzlarına tecavüz ediyorlar ve her yönden, saldırı üstüne saldırı yapıyorlar. Fakat o bölgede yaşayan milyonlarca Müslüman bütün bu olanlara karşı bir tepki, bir direnç ortaya koyamıyor. Her sabah yeni bir bomba ile evleri/barkları üzerlerine yıkılan, yanı başında belki babası belki annesi veya kardeşi şehid olan bir kimsenin hissettiği acıyı acaba diğer sıcacık yatağından kuş sesleriyle uyanıp, enva-i çeşitlerle sofrası hazır olan bir kimse hissedebilir mi? Elbette hissedemez. Rasulullah SallAllahu Aleyhi Vessellem Efendimiz günümüz vakıasını şöyle tasvir etmişti:

“Bir gün gelecek (kafir) milletler sizin başınıza oburların yemek çanağına üşüştükleri gibi üşüşecekler. (Orada bulunanlar) dediler ki; Ya Rasulullah O gün biz az olacağımız için mi böyle olacak? Rasulullah (sav) dedi ki; Hayır o gün siz çok olacaksınız, lakin siz selin üzerinde sürünüp giden çer çöp gibi olacaksınız. Zira Allah heybetinizi (korkunuzu) düşmanlarınızın kalbinden çekip alacak ve sizin kalbinize ‘vehen’ yerleştirecek. Dediler ki; Vehen nedir ya Rasulullah? Rasulullah (sav) dedi ki; Dünya sevgisi ve ölümü kerih görmek (ölüm korkusu)” (Ebu Davud)

Evet, aynen Rasulullah SallAllahu Aleyhi Vessellem Efendimizin buyurduğu gibi Müslümanlar dünya sevgisine kapıldılar ve İslam dışı başka öğretilerle nefislerini tutsak ederek “bana dokunmayan yılan bin yaşasın” mantığıyla yanı başında cereyan eden olaylara karşı sağır ve kör oldular. Şimdi soruyorum! Acaba bu duyarsız halimizle ortaya çıkıp “Müslümanlar kardeştir” desek bu sözün ne kadar etkisi olabilir ki?!. Kardeş kardeşin acısını hissedip paylaşmıyorsa, maddi manevi yanında olamıyorsa, ensar ve muhacirlerin kardeşlik öğretilerini bugün nefislerinde yaşayamıyorlarsa sözün ne kıymeti kalır ki?!.

İçi ile dışının, sözü ile eyleminin bir olması bir Müslüman için başta gelen özelliğidir. Müslüman’ın kişiliğindeki bu özelliğe Kur’an-ı Kerim çoğu zaman dikkat çekmektedir. Rasul efendimizin sünneti de aynı çizgiye tekrar tekrar vurgu yaparak önemini pekiştirmektedir. Allah Subhânehu ve Teâlâ yahudileri eleştirirken buyuruyor ki:

وَمِنَ النَّاسِ مَن يُعْجِبُكَ قَوْلُهُ فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَيُشْهِدُ اللّهَ عَلَى مَا فِي قَلْبِهِ وَهُوَ أَلَدُّ الْخِصَامِ

وَإِذَا تَوَلَّى سَعَى فِي الأَرْضِ لِيُفْسِدَ فِيِهَا وَيُهْلِكَ الْحَرْثَ وَالنَّسْلَ وَاللّهُ لاَ يُحِبُّ الفَسَادَ

“Kimi insan var ki, dünya hayatı ile ilgili konuşması hoşunuza gider ve en amansız düşman olduğu halde kalbindeki duyguların samimi olduğuna Allah’ı şahit gösterir. İş başına geçince yeryüzünde kargaşa ve bozgunculuk çıkarmaya ekini ve nesli mahvetmeye çalışır. Oysa Allah kargaşa ve bozgunculuk çıkarmayı kesinlikle sevmez.” (Bakara suresi 204-205)

Bu anlamda İmam Ahmed ve Ebu Davud Abdullah İbni Amir İbni Rebia’dan rivayet ederler ki; Abdullah şöyle demiştir: Ben çocuk iken Hz. Rasul bize gelmişti. O sırada ben oyun oynamak için dışarı çıkmıştım. Annem: “Abdullah buraya gel, sana bir şey vereceğim: ‘ diye beni çağırmıştı. Hz. Rasul Ona ne verecektin?” diye sordu. Annem: “Hurma” dedi. Rasulullah SallAllahu Aleyhi Vessellem Efendimiz: “Eğer ona vadettiğini vermeseydin aleyhine bir yalan yazılacaktı” buyurdu.

Bir seferinde İmam-ı Ahmed İbni Hanbel çok uzak mesafelerden hadis öğrenmek üzere gittiği bir adamdan hadis rivayet etmekten vazgeçmiştir. Çünkü adamın boş torbayı eline alıp içinde yem varmış gibi katırını çağırdığını ve onu kandırdığını görmüştü. Bunun üzerine İmam katırını kandıran birisinden rivayet etmekte sakınca görmüş ve ondan hadis almaktan kaçınmıştır!

İşte bu Müslüman’ın şahsiyetinde olması gereken berraklığın en büyük göstergesidir. Yeryüzünde Allah’ın sistemini kuracak ve onu ayakta tutacak olan Müslümanlara yakışan şahsiyette budur. Yüce kitabımız Kur’an, veciz, kafiyeli sözlere önem veren, güzel konuşmayı önemseyen, teşvik eden hatta kutsayan bir topluluğa nazil olmuştu. Her yıl panayırlarda şiir ve güzel konuşma meclisleri düzenlenir, insanlar büyük dikkat ve hayranlıkla söylenenleri dinlerdi. En güzel şiirler de Kâbe’nin duvarlarına asılırdı. Böyle bir topluluğa nazil olan Kur’an, eşsiz üslubu, zengin içeriği ve benzersiz hitap şekli ile Araplar üzerinde derin etkiler bırakmıştı.

Peygamber Efendimizin sade, anlaşılır, etkileyici ve muhatabın kalbine işleyen hitap şekli, Arap yarımadasında yankı bulmuştu. Söz, ihtiyaç hâlinde ve muhatap için bir anlam ifade edeceğine inanıldığı zaman sarf edilir. Dinimiz hakaret, dedikodu, iğneleyici, küçük düşürücü söz söylemeyi yasaklamıştır. Bundan dolayı İnsanları anlamsız konuşmalarla oyalamanın, lüzumsuz, abartılı, hakikati yansıtmayan söz söylemenin, sahibine vebal kazandırdığını bilmeli ve buna göre hareket edilmelidir.

Sadece güzel konuşmak için sarfedilen sözler, abartı ve yapmacık konuşmalar, Allah katında değersiz olduğu gibi çevresinde de bir müddet sonra etkisini ve gücünü kaybedecektir. Bu anlamda insanın söyledikleri ile yaşadıkları mutlaka örtüşmeli, ne söylüyorsa onu yapmalı, ne yapıyorsa onu söylemeli yani bir türlü söyleyip, başka türlü yapmamalı. İnsanın yaşamadıklarını başkalarına önermesi Allah’ın nefret ettiği şeylerdendir. Davetin etkili olması, temsilin gücüne bağlıdır. Temsil ettiklerimizle ortaya koyduklarımız çelişiyorsa, faydalı olmayı bırakın gülünç duruma düşeriz ve temsil ettiğimiz davaya zarar veririz.  Bu anlamda, bugün İslam’ın anlaşılmasında engel teşkil eden unsurlardan bir tanesi ve belki de en önemlisi onun müntesiplerinin ortaya koyduğu tutarsız hayattır. Ömrünün büyük bir kısmını Kur’an okuyarak geçiren ve fakat Kur’an’ı anlamaya çalışmayan ve yaşadıklarını Kur’an’a giderek sorgulamayan bir Müslüman temsil anlamında İslam’ın önünde bir engeldir.

Allah Subhânehu ve Teâlâ Müminlerin şahsiyetlerini söz ve fiillerinde tutarlı bir şekilde temsil etmeleri yönünde uyararak şöyle buyurmaktadır:

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آَمَنُوا لِمَ تَقُولُونَ مَا لَا تَفْعَلُون كَبُرَ مَقْتًا عِندَ اللَّهِ أَن تَقُولُوا مَا لَا تَفْعَلُون

“Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyi niçin söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyi söylemeniz Allah katında şiddetli bir buğza sebep olur.” (Saf 2-3)

Görüldüğü gibi Ayet-i Kerimede Müslümanların zihniyet ve nefsiyetin birbirleri ile çelişkili olmamasına yönelik ikaz var. Ali İbni Talha, İbni Abbas’tan rivayetle der ki; İbni Abbas şöyle söylemiştir: Cihad farz olmadan önce inanan bazı kimseler diyorlardı ki: Yüce Allah’ın bize işlerin en güzelini göstermesini isterdik ki biz de onu yapalım. Yüce Allah onların bu isteklerine bağlı olarak en çok sevdiği eylemin kesin bir şekilde inanmak ve imana karşı gelen ve onu kabul etmeyen isyankârlara karşı Cihad etmek olduğunu bildirdi. Cihad farz olduktan sonra müminlerden bazıları bu emirden hoşlanmadılar ve böyle bir iş onlara zor geldi. Bunun üzerine bu ayet nazil olmuştur.

Söylem ve eylem uygunluğu; sözlerin ve fiillerin birbirine tezat teşkil etmemesi, niyet, söz ve davranışların birbirini desteklemesidir. Bir insanın söz ve davranışlarının uyumlu olması onun güvenilir ve sözüne itibar edilir bir şahıs olmasını sağlayacak ve bu tavır insanlar arasında etkin bir rol oynayacaktır. Allah Subhânehu ve Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

وَمَنْ أَحْسَنُ قَوْلًا مِّمَّن دَعَا إِلَى اللَّهِ وَعَمِلَ صَالِحًا وَقَالَ إِنَّنِي مِنَ الْمُسْلِمِينَ

“İnsanları Allah’a çağıran, iyi iş yapan ve ‘Ben Müslümanlardanım’ diyenden daha güzel sözlü kim olabilir?” (Fussılet: 33)

İnsanların yaratılış amacı, Allah’a iman etmek ve yalnızca O’na kulluk etmektir. Bütün insanlar yaşamları boyunca imtihandan geçirilirler. Allah Subhânehu ve Teâlâ sonsuz adalet sahibidir ve Rasulullah SallAllahu Aleyhi Vessellem vasıtasıyla insanlara yapmaları gereken sorumluluklarını bildirdi. Yaşamının asıl amacından haberdar olan her insan da bu gerçeği yaşamakla birlikte başka insanlara aktarmakla yükümlüdür. Bunu, hayatı boyunca, gerek sözleriyle, gerek davranışlarıyla, gerekse de bu amaçla yaptığı çalışmalarla yerine getiren kişi, Allah’a çağırmış olur.

Yüce Allah bu ayette, Allah’ın rızasını kazanabilmeyi tüm samimiyetleriyle umut eden, sadece O’nu hoşnut etmek için salih amellerde bulunan kullarını övmektedir. Evet, Allah’a davet edenden daha güzel sözlü kim vardır? Yeryüzünde en güzel söz insanları Allah yoluna davet eden kişinin sözüdür. Kendisi Allah’a Allah’ın istediği biçimde inanan ve insanları inandığı Allah’a imana çağıran, insanları kendisinin kulluk yaptığı Allah’a kulluğa çağıran insandan daha güzel sözlü kim vardır? Davetlerin en güzeli Allah adına Allah’a yapılan davettir. Allah’a yapılan davet kuru bir laftan ibaret olmamalıdır. Sadece Allah Subhânehu ve Teâlâ’nın rızasını kazanmak için yapılmalıdır. Birilerine iyi görünmek, aferin almak için değil, sadece Allah Subhânehu ve Teâlâ için yapılmalıdır. Bunun yanında İnsanları çağırdığı şeyi bizzat kendisi yaşaması ve salih amel sahibi olması gerekmektedir. Yani davet ettiği şeyle kendi hayatı ayrı ayrı dünyalarda olmamalıdır. Davet ettiği şeye kendi hayatı bizzat şahit olmalıdır.

Bizlerin bu bağlamda sahip olduğumuz şerefe nail olmamız açısından davetimizi ciddiyetle yapmamız ona sahip çıkmamız gerekir. Bugün Müslümanlar davalarında samimi olmadıklarından kâfir batı bundan cesaret alarak bizim topraklarımızda mallarımıza telef edip suçsuz olan çocuklarımızı katlediyor. Bacılarımızın namuslarını kirletip, kardeşlerimizin haysiyet ve onurlarını ayaklar altına alıyorlar. Müslümanlar olarak bilelim ki; bugün yeryüzünde aşağılık mahlûklar olan kâfirlerin tağuti yönetimleri altında zulümlere, katliamlara, saldırılara maruz kalarak zillet, sefalet içinde bir hayat yaşıyorsak, bunun tek sebebi vardır o da, Kur’an’ın Rabbimizin bize indirdiği hidayetin, yani İslâm’ın; düşünce, duygu ve bakış açımızdan, toplumsal ve devlet yaşantımızdan uzaklaştırılmış olmasıdır.

Allah’ın kesinlikle razı olmadığı şu içinde yaşadığımız vakıayı değiştirmek ve insanlığı zulümattan kurtarıp, İslâmî hayata kavuşturacak, Allah’ın indirdikleri ile yöneterek cihad yolu ile bu nuru âleme taşıyacak olan Raşidi Hilâfet Devleti’ni tekrar kurmak için öncelikle İslam’la şereflenmiş olmamızdan dolayı şükretmemiz gerekir. Ve bu yüce dinimizin üzerimize yüklediği sorumluluk bilincini zihnimize kazıyarak ihlâsla çalışanlarla beraber ihlâsla çalışmaya koyulmalıyız. Bu gayret ve çalışmalar da ilk önce kendi nefsimizden başlayarak davetimizi samimi ve ciddiyetle yürütmeliyiz ki, işte o zaman Allah’ın rızasını kazanan kişiler olarak başkasına etkili olabilelim. Allah Subhânehu ve Teâlâ her zaman kendisine itaat edip, doğru yolda yürüyenlerin yardımcısıdır. Allah yar ve yardımcımız olsun. (Amin.)

NECATİ  ERDEM

Ayrıca...

asil-sosyal-mesafa

Asıl Sosyal Mesafe Kapitalizme Konmalı ki İnsanlara Zehri Bulaşmasın!!

Günümüzde insanoğlunun yaşadığı en büyük olumsuzluk çeşitli boyutlarda meydana gelen fitne-fesat, adaletsizlik, haklının haksız sayıldığı, …

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir