Home / News / HABER / YORUM-İKTİBAS / Beklentiler Çatışmasında Türkiye – Abdurrahim Şen
islam devleti default

Beklentiler Çatışmasında Türkiye – Abdurrahim Şen

Seçimler toplumun eğilimlerini tespit açısından önemli veri kabul ediliyor. Bundan ötürü her seçim sonrası seçmen eğilimleri üzerinden “toplum ne mesaj verdi? Seçmen ne demek istedi? türünden sorulara yanıt aranıyor. Eğilimleri analiz edilirken dahi seçmene ‘algı operasyonu’ çekiliyor. Seçmenin eğilimleri analiz mi ediliyor yoksa eğilim mi kazandırılıyor bu kayda değer sorunun cevabını bugün aramayacağız. Sadece şu kadarını söyleyelim ki, toplumun mensup olduğu din, o kadar vicdana sıkıştırılmış, bir de üzerine öyle beton dökülmüş ki, onun eğilimleri ya “istikrar” ya “maddi refah” veya “yatırımlar/maddi kalkınma” ya da her hangi bir “ilerlemeci mit” le tefsir edilirken aslında seçmene pür seküler eğilimler pazarlanıyor.

Sanki istikrar, güven ve kalkınma İslamsız mümkünmüş gibi. Sanki bu coğrafyada yüzyıllarca emniyet ve emanın güvencesi, işte o vicdanlara hapsettikleri İslam olmamış gibi. Ve sanki o hayattan çekildikten sonra iki yakamız bir araya gelmiş gibi. Sanki maddi ‘ilerleme’ mitini ‘âmentü’ gibi ezberimize verenler bizi ‘geri kalmışlık’ çukuruna iteleyenler değilmiş gibi.

Batının seküler serasında, onun dini hayattan ayıran “özü/gübresi” ile beslenmiş sosyoloji kalkınmanın, istikrarın, güvenin, ancak kendi oluşturduğu düzeneğe bağlı kalınarak elde edilebileceğine bizi inandırmaya azmetmiş görünüyor. Aslında coğrafyamızda bütün bu insanca yaşam koşullarını ümmetimize haram edenler onlar değilmiş gibi buna inanmamız, bu deli gömleğini giymemiz isteniyor.

O gerilimli atmosferi geride bıraktıktan sonra seçim hakkında birkaç kelam edebiliriz. Evet, insan seçim sonuçlarını görünce heyecanlanmadan edemiyor. Çünkü toplum, son yüzyılda talihini makûs eylemiş; diniyle-hayat damarlarını kopartmış bir partiye, bir de ellinin üzerinde parçalara bölünmüş olmanın acı meyvelerini tattıktan sonra, Türk-Kürt etnik kimlikler üzerinden siyaset yapan iki partiye iyi bir ders verdi. Kendi Müslüman kimliğine yakın bulduğu ve ait olduğu coğrafyayla kendisini yakınlaştırdığını düşündüğü Ak Parti’ye güçlü bir destek verdi. Toplumun bu hissiyatını göz önünde bulundurduğumuzda Müslümanlık namına sevinmemek elde değil.

Ak Parti başarılı bir seçim propagandası yürüttü ve kazandı. Bu propaganda araçlarından biri “ilk günkü aşkla, tek başına işbaşına” sloganıydı. Bu slogan on üç yıl sonra toplumun beklentilerine uygun düşecek biçimde kendisini var eden ilkelere dönüşe işaret eden önemli bir gönderme içeriyordu.

Saraybosna’dan Semerkant’a, Arakan’dan Afrika’ya, Kudüs’ten Şam’a kadar ümmet coğrafyasının kaderinin bu seçimlerle bütünleştirilmesi hep bu ümmetin aslında birlik içinde ümmetçe İslami hayata dönüş hissiyatının galebe çalmasıdır. Hatta bu seçimi, hilafete geçiş öncesi en son aşama olarak değerlendirenler bile olmuştu. Hayretlerimi dizginleyemedim. Hâlbuki kimse “şimdi zamanı değil, ümmet buna hazır değil, fitne çıkarma” dememişti. Demek ki, artık ümmetin hilafete hazır olduğu düşünülüyordu. Hatta belki de, ümmette bu yönde güçlü bir eğilimin olduğunu dost düşman her kez biliyordu.

Ak Parti’nin seçim başarısının ardındaki nedenlerden birisi belki de en önemlisi, seçmenler nezdinde tüm İslam dünyasının kaderinin bu seçimlerle özdeşleştirilmesidir. Evet, gerek jeopolitik gerek tarihi misyonu açısından Türkiye coğrafyasının önemini dost düşman bilmeyen yok. Dostun da düşmanında bilgisi ve beklentisi var. Bundan dolayı mesele bu mazlum ümmetin böyle bir beklentisinin olup olmadığı meselesi değildir. Mesele hangi beklentinin ağır basacağı ve politikaların, hangi tarafın beklenti ve amaçları doğrultusunda yürütüleceği meselesidir.

Örneğin;

ABD Dışişleri Bakanı Kerry, Türkiye’nin kendileri açısından önemini şöyle ifade ediyordu: “Dünyamızı daha emniyetli ve istikrarlıhale getirmek için almamız gereken mesafe olduğunu hepimiz biliyoruz. Bu çaba, hiç bugünkü kadar önemli olmamıştı. Dolayısıyla, en zorlu sorunların mevcut olduğu durumlarda, hemen yanı başımızda, liderlik etmeye çalışan bir Türkiye’nin masada olduğunu bilmemiz bize güven veriyor”. (http://www.aa.com.tr/tr/dunya/turkiye-abd-icin-hayati-bir-partner/245582)

Bir başka Amerikan yetkilisi Biden şunları söylüyor: “Türkiye’nin bütün bölgede liderliğini arzuluyoruz. Arap baharının yarın kışa dönüşüp dönüşmeyeceğini bilmiyoruz. Durumun nasıl gelişeceğini bilmiyoruz. Ancak Türkiye’nin güçlü liderliğiyle güvendeyiz.Eşgüdüm içinde olmadığımız hiçbir şey yok.” (http://www.amerikaninsesi.com/content/biden–149366765/1207472.html)

Görüldüğü gibi bir tarafta son yüzyılda ümmet coğrafyasında biçimlendirdikleri jeopolitiğin kaderini Türkiye’nin oynayacağı role bağlayan Kapitalist devletler, diğer tarafta beklentilerini Türkiye’ye bağlayan İslam ümmeti. O halde ciddi bir yol ayrımındayız. Peki, bu ikisinin beklentilerini aynı anda karşılayamayacağımızın ayırdında mıyız?

Evet Şam’ın, Bağdat’ın, Somali’nin, Kudüs’ün ve hatta cümle alemi İslam’ın bizden beklentisi var. Lakin Londra’nın, Paris’in, Moskova’nın ve Washington’un da beklentisi var. Örneğin bu ülkelerin hepsi Suriye’deki çıkarlarını, ister Esed’li ister Esed’siz ama kesinlikle rejimin seküler yapısının korunmasına bağlamakta. O halde sorun kaderini bize bağlamış çaresiz bu coğrafyanın kaderini götürüp düşmanlarının kaderlerine bağlamakta. Sorun Suriye devrimini “sorun” haline getiren sömürgeci devletlerin hemen yanı başında, onlara güven verecek biçimde masada olmada ve diplomatik sarmalın içine girmede.

Sorun “İlk günkü aşkla” ümmetin bize umutla bağlanmasında değil, bu sloganının artık ürpertici bir takım acı hatıralarla yüklü olmasında. O ilk günden sonra, balkon konuşmalarında selam vermeden geçemediğimiz bazı İslam beldelerinde bugün işgalci Amerikan askerleri terör estiriyor. Artık selam gönderilen topraklara haçlı koalisyonuna verdiğimiz topraklarımızdan bombalar gönderiliyor. O selam verdiğimiz beldeleri cehenneme çeviren Rus Devlet Başkanı Putin devlet erkanımıza “dostluk nişanesi” takıyor. Ne acı değil mi? Toplumun hissiyatı ile reel politik tanrıçasının hissiyatı çakışmıyor. Reel politik tanrıçası şerik kabul etmiyor.

Sorun bütün dünyanın azılı azgınları, boğazlarımızdan katliam makinelerini geçirirken, incirlik üssünden katliam uçuşları yaparken pişkinliğimizi, bu ümmetin çaresizce kaderini bize bağlamış olmasıyla perdeleyen bir zihin konforuna erişmiş olmamızda.

Bu “katliam makinelerini durdurun” denildiğinde hayır, o takdirde piyasalar altüst olur, istikrar bozulur deyip, kaderini bize bağlamış bu mazlum ümmeti bir anda unutup emperyal düzenlerinin kaderini bizim kaderimize bağlayan ABD vb. ülkelerin korkusunu bu ümmetin çocuklarının kalbine kendi elleriyle ekenler! Reel politiği önceleyen bu ucube zihin işletme biçiminin hem düşmanları hem de kendi elleriyle ümmetin canevini yıktıklarının ayırdına ne zaman varacaklar? Doğduğunda kulağına ezanı okur gibi bu ezberi çocuklarımızın kulağına fısıldayarak kendi dillerimizle çocuklarımızın ruhunu çökertmeye devam mı edecekler? Vallahi Allah hiçbir toplumun alnına zilleti yazmaz, toplumlar kendileri zilleti karakter edinir.

Şu İran yöneticilerine bakıp insanımızın sağduyusundan korkmalı. “Büyük Şeytan Amerika”, “İsrail haritadan silinmeli” şeklindeki yalanlarıyla otuz yıl bu ümmeti aldattı. Bu ümmet İran liderlerini kalbinde bir efsane gibi büyüttü. Daha birkaç sene öncesine kadar gittikleri her yerde coşkuyla karşılanıyorlardı. Lakin şimdi gittikleri (daha doğrusu gidemedikleri) her yerde lanetle anılıyorlar. “De ki: “Ey mülkün sahibi olan Allah’ım! Sen mülkü dilediğine verirsin. Dilediğinden de mülkü çeker alırsın. Dilediğini aziz edersin, dilediğini zelil edersin. Hayır senin elindedir. Şüphesiz sen her şeye hakkıyla gücü yetensin.” (Ali-İmran, 26)

Artık bu günden sonra bizlere düşen, Kudüs’ün, Şam’ın, Bağdat’ın, Taşkent’in ve Buhara’nın beklentilerini Moskova’da, Washington’da aldatıcı diplomasi koridorlarında tüketmemektir. “Tek başına, işbaşı” yapmak başarıdır. Lakin her başarı felah getirmeyebilir. Bazen başarı felaketin öncesinde gelir. “Onlar kendilerine yapılan uyarıları unutunca bütün nimetlerin kapılarını yüzlerine açtık, nihayet sahip oldukları nimetler yüzünden şımarıklığa kapıldıklarında kendilerini ansızın, kıskıvrak yakalayıverdik de bütün ümitleri suya düştü!” (Enam, 44)

Abdurrahim Şen

Ayrıca...

Kar: Ruhani değil siyasi halifelik

Yıllardır halifeliği savunan Hizbu’t Tahrir’in Türkiye Medya Sorumlusu Mahmut Kar, Hilafetin ruhani değil siyasi olarak …

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir