MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin başkanlık sistemi çıkışı, 15 Temmuz meşum darbe girişimi sonrası gündemden düşen başkanlık sistemi tartışmalarını yeniden gündeme getirdi. MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli konu ile ilgili şunları söylemişti: “AK Parti başkanlık sistemiyle ilgili inadını sürdürecekse, Anayasa taslağını TBMM’ye getirmelidir. Ya 367’yi aşarak kanunlaşacaktır ya da milletin kararına sunulacaktır. Bizim tercihimiz her zaman olduğu gibi parlamenter sistemin devamı, güçlendirilmesi, reforma tÂbi tutulmasıdır. Ancak milletimiz aksini söyleyecek olursa buna da diyeceğimiz herhangi bir şey doğal olarak bulunmayacaktır. Türkiye’nin nasıl ve hangi sistemle yönetileceğiyle ilgili muamma bize göre kapanmalı, bu iş kökünden bitirilmelidir.” Bu sözler üzerinden Devlet Bahçeli’nin başkanlık sistemi konusunda AKP’ne kanunlaşması olmasa da referanduma yetecek desteği vereceği yönünde bir algının oluşması ya da oluşturulmasında bir malzeme haline geldi. Tartışmalar, her şey tamammış gibi model üzerinde yürütülüyor.
Ancak oluşan ya da oluşturulan bu algı, doğru bir algı mıdır? Gerçekten de MHP, AKP’ye başkanlık sistemi konusunda gereken desteği verecek midir? AKP MHP’nin bu çıkışı ile gerçekten başkanlık modeli teklifini meclise getirebilecek midir? Özellikle 15 Temmuz sonrası süreçte böyle bir sistem değişikliği mümkün müdür? Mevcut siyasi partilerin tümü konjonktürel tavır aldıklarından acaba konjonktür buna müsait midir? MHP tarafından yalanlanmış olsa da, CHP’nin iddia ettiği gibi AKP ve MHP arasında kamuoyunun bilmediği bir anlaşmamı söz konusudur? Yoksa pazarlıkçı bir anlayış ve her türlü ayak oyununa müsait demokratik şartlar altında, MHP 15 Temmuz öncesinde kilit öneme sahip rolünü, bundan sonra da devam ettirmek amacıyla mı başkanlık tartışmalarını başlatacak böyle bir çıkış yapmıştır?
Bu soruların cevabını bulabilmek için çok eskiye değil, 7 Haziran 2015 genel seçimleri sonrasında yaşananlara bakmakla yetineceğim.
2009 yılı Temmuz ayında başlayan “Çözüm Süreci”ni, Dolmabahçe Mutabakatı diye bilinen deklarasyona yönelik bizzat Cumhurbaşkanı Erdoğan “tanımadığını” ilan ederek askıya almıştı. 7 Haziran seçimlerine giden yolda gerilimli bir atmosfer hakim olmuştur. Sürecin rafa kaldırılması taktiksel olarak HDP’ye yönelik bir hamle gibi görünse de, 1 Kasım seçimlerinde MHP’nin zayıflatılmasında da etkili olmuştur. 7 Haziran seçimleri sonrası MHP kritik bir pozisyon kazanmış olsa da, 1 Kasım seçimleri sonrasında içeriden ciddi bir muhalefet ile karşılaşmıştır.
Haziran seçimlerinin sonuçları her ne kadar birinci parti olma pozisyonunu değiştirmese de, AKP’yi tek başına hükümet kurabilecek bir güçten yoksun bırakmıştır. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın istediği 400 milletvekili hedefine ulaşılamamıştır. Böylece tek başına başkanlık sistemine geçiş hedefinin biraz daha ötelenmek zorunda kalındığı bir durumla karşılaşılmıştır. Bu süreçte bir dizi koalisyon kurma amaçlı parti liderleriyle yapılan görüşmeler sonuç vermemiş, Ahmet Davutoğlu liderliğinde 1 Kasım genel seçimlerine kadar süren seçim hükümeti ya da azınlık hükümeti süreci yaşanmıştır. Ahmet Davutoğlu’nun koltuğunun bıraktırılmasında etkili olan ve itibarsızlaştırma işlevi gören “Pelikan Bildirisi”nde Davutoğlu’nun MHP ile koalisyona istekli olduğu, ancak C.başkanı Erdoğan’ın koalisyon konusunda ısrarcı olmaması gerektiği ve erken seçim yapılabileceği yönünde telkinlerinin olduğundan söz edilmekteydi. Ayrıca Davutoğlu’nun koalisyona istekli olmasında, Başkanlık konusunda isteksiz olmasından kaynaklandığı belirtiliyordu. Bu AKP için zaman kaybıydı.
Öte yandan MHP cephesinde 1 Kasım seçimleri sonrasında başlayan Bahçeli’nin liderliğine yönelik iç muhalefet başlamış, tam da demokrasiye yaraşır karşılıklı kavga, gürültü ve bir dizi ayak oyununun yaşandığı bir süreç yaşanmıştı. Burada detaylara girmek istemiyorum. Ancak MHP’de yaşanan iç muhalefet rüzgarına değinmemin nedeni, HDP’li milletvekilleri üzerinden başlayan dokunulmazlıkların kaldırılması ile ilgili tartışmalarda AKP-MHP gizli koalisyonu iddiasının ortaya atılmasıydı. İddialara göre; kapalı kapılar ardında MHP’nin, AKP’ne dokunulmazlıkların referanduma götürülmesine yetecek desteği vermesi ve bu sayede AKP’nin, Başkanlık sistemini de dokunulmazlıklarla birlikte referanduma sunması, buna karşılık yargı mekanizması yoluyla, Bahçeli’nin koltuğunun muhaliflerinden korunmasıydı. Bahçeli’nin koltuğu korundu. Yargıtay’ın verdiği kararla en son, 10 Temmuz 2016’da yapılması planlanan seçimli kurultay, MHP yönetimi tarafından iptal edildi. İç muhalefet başladığı yere geri dönmüş oldu. Hatta geçtiğimiz Eylül ayında parti içi muhalefetin başını çeken Meral Akşener MHP’den ihraç edildi. AKP’nin dokunulmazlık ve başkanlığın beraberinde referanduma sunulması planı CHP’nin de dokunulmazlıklara “evet” oyu vermesi sonucu bu konudaki anayasa değişikliği teklifi referanduma gerek kalmadan yasalaştı. CHP “evet” oyu vermesini “AKP’nin oyununu bozmak için” diyerek açıkladı. Ayrıca dokunulmazlıkların meclise getirilmesinin dürtücü faktörlerden birinin, parti liderleri arasındaki restleşme ve meydan okumalar olduğunu da burada not edelim.
Dokunulmazlıkların kaldırılması neticesinde HDP’li milletvekillerinin yargılanmalarının önü açılırken, AKP açısından yeni bir plan da konuşulmaya başlanmıştı. Milletvekili sayısını artırmayı planladığı ve iki sandığın seçmenin önüne getirileceği yeni bir erken genel seçim.
Ancak, halka kurşun sıkılan 15 Temmuz darbe girişimi her şeyi alt üst etti. Şimdilerde 2. Darbe kalkışmasını dillendiren Atilla Uğur gibi, “15 Temmuz darbe girişimini Mustafa Kemal’in askerleri önledi halk değil.” diyen Ergenekon davasından yargılanan Mehmet Ali Çelebi gibi, “C. Başkanı Erdoğan’a darbe girişiminin emir komuta zinciri dahilinde yapılmadığını ve halkı sokağa çağırmalarını kendilerinin telkin ettiğini, eğer emir komuta zinciri ile yapılmış olsaydı C. Başkanı Erdoğan’ın halkı sokağa dökemeyeceğini.” söyleyen ve FETÖ’nü kastederek; “bu temizliği ancak Sayın Erdoğan’la yapabilirdik” diyen Doğu Perinçek, “devlete ordu içindeki temizlik için listeyi kendilerinin verdiğini” söyleyen Ahmet Zeki Üçok gibi televizyon kanallarında FETÖ üzerinden İslam’a kinlerini kusan, bütün İslami yapılanmalara karşı diş bileyen ve devletten bütün İslami yapıların temizlenmesine yönelik çağrılarda bulunan, “FETÖ operasyonlarının siyasi ayağının da ortaya çıkarılması gerekir” diyerek iktidarın ayaklarını birbirine dolaştıran ve halk gözünde itibarsızlaşması için çaba harcayan, aynı anda “FETÖ operasyonlarının mağduriyetlere neden olduğu”na da dem vuran, FETÖ’den boşalan yerleri doldurarak iktidarı bürokrasi yoluyla yeniden çevreleyen ve daha bunun gibi birçok argümanla sinsice tuzaklar kuran bunca yaptıklarına karşılık dokunulmayan ulusalcı laik-kemalist taife, 15 Temmuz gecesi iktidara FETÖ’nü kullanarak gerçekleştirdiği darbe kumpası, neticesinde AKP iktidarını ve C. Başkanı Erdoğan’ın pozisyonunu 2007 öncesi “iktidar ama muktedir olamayan” bir noktaya sürüklemiştir. Öyle ki; C.Başkanının “At izi it izine karıştı.” Ya da Başbakan Binali Yıldırım’ın “Kendimi denetimli serbestlikte görüyorum” cümlesi bu işin özetidir. Güneydoğumuzda her gün gelen PKK’nın saldırı haberleri, ekonomideki olumsuzluklar, Musul ve Suriye üzerinden Amerika ile yaşanan gerilimli süreci de alt alta sıraladığımızda AKP’nin ciddi anlamda kıskaç altında olduğu görülüyor.
Şimdi gelelim böyle bir süreçte başkanlık sitemi tartışmalarının yeniden alevlenmesine; Anayasa Komisyonu Başkanı ve AK Parti Milletvekili Mustafa Şentop, Meclis’te 330 oyun bulunması halinde referandumun 2017 ilkbaharına yetişebileceğini belirttiğine göre; AKP’nin beklentisinin MHP’nin desteğiyle başkanlık sisteminin referanduma götürülebileceği yönünde ya da en azından kamuoyuna böyle bir beklenti içinde olduğunu göstererek, MHP üzerinde kamuoyu baskısı oluşturmak istiyor. MHP’nin başkanlığın meclise gelmesi gerektiği yönündeki çıkışına karşılık, AKP’nin konuyu meclise taşımaması, mümkün değildir. Çünkü bu, kamuoyu nezdinde AKP’de bir zafiyet olduğu izlenimi uyandıracaktır. Dokunulmazlıklar hakkında yukarıda not ettiğimiz meydan okuma gibi yeni bir “hodrimeydan” düellosu yaşandığı sezilmektedir. AKP, “MHP ile anlaşabilirsek” diye de bir istisna da bulunuyor. Nitekim Binali Yıldırım’ın bügün görüşeceği Devlet Bahçeli randevusu, samimiyet testinden geçerse başkanlık konusunu meclis gündemine taşıyabilir. Eğer AKP yeteri kadar MHP üzerinde kamuoyu baskısı oluşturabilirse, referandum yeter sayısını MHP ile bulabilir.
Felaket habercisi olmak istemem ancak, referandum süreci, yine terör olaylarının tavan yaptığı bir süreç olarak geçebilir. Öte yandan ulusalcı-laik-Kemalist taifenin yayın organlarının, özellikle başkanlık sistemi tartışmalarının yeniden başlamasıyla, ABD eski Başkanı George Bush’un da danışmanlığını yapmış Michael Rubin’in “Türkiye’de yeni bir darbe olabilir” sözlerini manşetlerine taşımaları da dikkat çekicidir. Zira darbe girişimini planlayanlar ve icra edenler Meclis binasını bombalamakla tavırlarını belli etmişlerdir ki o da; parlamenter sisteme sahip çıkılması mesajıdır.
AKP “İktidar ama muktedir olamama” durumunu gözeterek, başkanlık sisteminin meclise getirilmesi önerisini bir tuzak olarak algılar ise; bu tuzaktan kaçınmak için ya süreci ABD seçimlerine ve yeni ABD yönetimi ile irtibatlarını kuruncaya kadar sürüncemede bırakacaktır ya da meclise gelememesinin sorumluluğunu “uzlaşmaz tavır gösterdi” diyerek MHP üzerine bırakmak isteyecektir.
Türkiye’nin Müslüman ve cesur halkına yakışan ise bu pazarlıkçı ve kirli oyunların döndürüldüğü demokratik siyasi ortamı değiştirmek ve 15 Temmuz gecesi uğruna can verdikleri tekbirler, temhidler ve tevhidlerine sahip çıkarak, İslami siyasi ortamın hâkim olması için çalışmaktır.
kokludegisim