Dünyayı kendi ideolojik bakışları ve maslahatları çerçevesinde düzenlemek isteyen egemen devletlerin mücadelesi, devşirdikleri veya yetiştirdikleri yerel aktörlerin milli mücadelesi şeklinde topluma yansır. Toplumların da belli aralıklar ile değişim geçirdikleri gerçeği göz önüne alındığında, bu değişimin egemenlerin isteği ile örtüşmesi için yerel aktörlere çok iş düşmektedir. Türkiye toplumunun son yüzyıllık tarihinde bu değişimin ne kadar sancılı bir şekilde gerçekleştirildiği hemen herkesçe malumdur.
Türkiye’nin sistem değişikliği için girdiği bu referandum süreci, birçok kesim için bir dönüm noktasını teşkil ettiği ifade edilmektedir. Ki bunun gerçeklik payı vardır. Şöyle ki; Türkiye’nin bakiyesi olduğu tarihi, Doğu ile Batı arasındaki köprü konumu, nüfus ve sahip olduğu diğer artı unsurları ile her zaman emperyalist devletlerin ilgi odağı olmuştur. Özellikle Orta Doğu devletleri için düşünülen yeni sınırlar ve yeni paradigmaların hayata geçilebilmesi için Türkiye’ye yeni roller biçilmekte ve yeni görevler vermektedir.
Bu gerçeklik, Türkiye üzerinde nüfuzunu artırmak isteyen egemen devletler açısından gayet önem arz eder. Dolayısı ile ideolojik devletlerin, maslahatlarını korumak veya daimi hale getirmek için kendi dünya görüşleri ile donanmış ekipler ile kendi sistemlerini kurmaları kaçınılmazdır. Sadece bir emperyalist devletin nüfuz ettiği ülkenin sahip olduğu yönetim sisteminin nasıl olduğu çok önemli değildir. Ancak, birden fazla güçlü devletin egemen olmak istediği Türkiye gibi devletlerde kadroların ve sistemlerin oldukça önemi vardır. Egemen devletlerin bu ülkelerdeki hâkimiyet mücadelesinin faturası ağır olmakta ve bu faturayı sadece o ülkenin halkı ödemektedir.
Dolayısı ile Türkiye’de girilen bu referandum süreci ile istenilen sistem değişikliği, Türkiye’ye hangi ülkenin daha fazla nüfuz edeceğini belirleyecektir. Bu açıdan sistem değişikliği egemen devletler için bir dönüm noktası olacaktır. Aksi takdirde yerel aktörlerin, mevcut parlamenter veya getirilmesi istenilen başkanlık sistemi için lehte veya aleyhte ortaya ciddi bir şey koymadıkları halde, olaya bu denli önem vermelerinin başka bir açıklaması yoktur. Her iki taraf, bu referanduma neredeyse ölüm kalım meselesi gözü ile bakmaktadır. Peki, toplum meselenin bu denli önemli olduğunu hissedebiliyor mu? Tek kelime ile hayır. Çünkü halk, mevcut sistemin devamı veya değişimini kendisi için ciddi bir değişikliğe sebep vereceğini düşünmüyor. Hakeza “evet” cephesinin sunduğu en ciddi gerekçe “yönetimde istikrar”, “hayır” cephesinin sunduğu en ciddi gerekçe ise “tek adam yönetimi” söylemidir. Bunun dışında insanın aklı ile alay edercesine boş laflar ile meydanda dolaşıyorlar. Fakat halklar, taassupla, tarafgirlik ile hareket ettiğinden bu mücadelenin kendilerinin mücadelesi olmadığını görmüyor.
Bu sürecin şer’î boyutu, daha önce defalarca ifade ettiğimiz gibi özetle şudur; gerek parlamenter ve gerekse başkanlık sistemi, her ikisi de İslâm’a göre küfür olan laiklik ilkesi üzerine kuruludur. Her ikisi de küfür fikir ve nizamlarına dayanmakta ve onları uyguladıkları için gayri İslâmî’dirler ve Müslümanların her ikisinden de uzak durması gerekmektedir. Çünkü Allah Subhanehû ve Teâlâ, insanların iman edip teslim olmaları için kendisi ile hayatını düzenlemesi gereken İslâm nizamını indirmiş ve bu nizamın uygulama şeklini de Rasulü SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in pratik örnekliği ile göstermiştir.
Referandum sürecinin siyasi boyutu hakkında birçok makale yazıldı ve panel, seminer ve konferans gibi farklı sunum şekilleri ile birçok değerlendirmeler yapıldı. Özetle, söz konusu parlamenter sistemi Türkiye’de tesis eden o günün “süper güç” denilen devletleri idi. Yeni “süper güç” devlet olan ABD, kendi maslahatları için kendi sistemini kurmak istemektedir. Siyaseten mesele bundan ibaret olmasına rağmen yerel aktörler bu meseleyi topluma indirirken tamamen farklı argümanlar kullanmaktadırlar.
Bu süreç, egemen devletler ve canhıraş bir şekilde çalışan yerel aktörleri için bir dönüm noktası olduğu gibi Müslümanlar için de önemli bir dönüm noktasıdır. Öyle ki muhtemel her iki sonuç, Müslümanlar için yeni sancıları doğuracaktır. Olası iki sonuç karşısında meydana gelebilecek sosyal olayları kastetmiyorum. Müslümanların bu süreçte aktif rol alması halinde -ki alıyorlar- kendileri ile tanımlanıp konumlandığı değerlerde büyük kaymalara maruz kalacaklardır. Çünkü bu süreç İslâm’ın değil, tamamen batıl bir zemin üzerinde seyretmektedir.
Müslümanlar, asırlardan beri fikrî olarak gerilemiş ve son yüzyılda fikrî gerilemeye ek olarak varlık mücadelesi içerisine girmişlerdir. Fikriyatı ile hayat sahnesindeki rolünden olan Müslümanlar, mazlum konumuna düşmüş ve eziklik psikolojisi içerisine girmiştir. Kalkanı kırılmış, birliği dağılmış ve her yerden her türlü darbelere maruz kalmıştır. Bütün kutsalları çiğnenmiş, değerleri ayaklar altına alınmıştır. Bu süreçte geçmişi ile bağlarını koparıp celladına âşık olmuş bir kesimin oluşmasına rağmen İslâm coğrafyasında, yontulsa da kökleri ile bağlarını koparmayan ezici bir çoğunluk varlığını sürdürmüştür.
İslâm ile bağlarını korumaya çalışan bu ezici grup, kendi değerlerine saldıran “Kemalist” diye anılan katı laikleri hiç sevmedi. Batı’dan ithal edilip yerelde “Kemalizm” ismi ile anılan sistem ile arasına hep mesafe koydu. Dolayısı ile laiklerin zulümleri ve aşikâr İslâm düşmanlıklarına düşman kaldılar. Fakat Müslümanlar katı laiklere karşı, yeni emperyalist devlet ABD’nin siyasi ve sosyal söylemlerinin yerelde bayraktarlığını yapan siyasi akımın tuzağına düştü. Bunun sebebi Müslümanların, ABD’nin insan hakları, özgürlükler söylemine demokrasi anlayışına inandığından değil, hayatı çekilmez kılan laiklerin katılığı idi. Müslümanlar arasında bu durumun bilinçaltı yansıması; “Cehepe mi gelsin?” söylemidir.
Sürekli katı laikler ile tehdit edilip emperyalist ABD’nin “fikir hürriyeti”, “demokrasi” söylemlerine yaklaştırılan Müslümanlar, aslında şimdiye kadar bu fikirlere veya sisteme sahiplik etmiyordu. Şimdiye kadar seçimlere katılımı “Cehepe mi gelsin” repliği ile kendisince kötünün iyisini seçiyordu. Yani halen iki taraf da kötü idi. Vekâlet verdiği kişiye karşı hüsn-ü zan besleyerek oy verdi, velev ki kötü de olsa kendisini mesul tutmuyordu.
Seçimler birbirini kovaladı ancak Müslümanların üzerinden “laiklerin” korkusu eksik edilmedi. Böylece Müslümanlar gün be gün sistemin çarkına girdi ve son bir tuzak ile karşı karşıya geldi. Nedir bu tuzak? Bu tuzak referandum ile köşeleri yontulmuş Kemalizm’i, su katılıp ılımlaştırılmış laikliği Müslümanlara onaylatmaktır. Evet, sistem değişikliği adı altında tamamen küfür olan kapitalist nizam ilk kez Müslümanların onayına sunulmaktadır ve bu nizamın bizzat Müslümanlarca onaylanması beklenmektedir. Eğer bu tespit, “hayır”cıların lehine yorumlanırsa, meseleye İslâm’ın penceresinden değil halen CHP karşıtlığından bakılıyordur.
Durumu daha açık hale getirmek gerekirse; mevcut anayasa ve değiştirilmek istenen yeni maddelerin hepsi gayri İslâmî küfür yasaları mıdır? Evet. Bu yasalar, “Kemalist” zihniyetin temelini teşkil eden ilk dört maddeye binaen midir? Evet. Müslümanlara onaylattırılmak istenen bu yasalar değil mi? Evet. Peki, Müslümanlar başta laiklik olmak üzere bütün Batılı fikirlere karşı olmalı mıdır? Yine evet. Bugüne kadar vekil seçimlerine katılıp sevabı ve günahı seçtiği vekile yükleyen Müslümanlar, bizatihi yasamaya iştirak ettiğini görmüyor mu? Bu saatten sonra sisteme yönelik itirazları nasıl olacak? Sistemi şikâyet ettiklerinde, “Sistemin kendisine siz oy verdiniz.”, demezler mi? Şöyle itiraz edilemez, “Müslümanlar şimdikini değiştirdikleri gibi gelecek olanı da değiştirirler.” Böyle diyemezler çünkü söz konusu sistem değişim talebi halktan değil yönetimden gelmektedir. Yani egemenler topluma, toplumun değil, kendi istedikleri sistemi onaylatıyorlar. Yöneticiler, başkanlık sistemini zoraki gündem etmeden önce, bu mesele toplumun gündeminde hiç olmuş mudur? Hayır. Peki, mevcut yöneticiler İslâm nizamını veya İslâmî sistemi referanduma sunar mı? Asla. O halde Müslümanların onayı ile anayasa değiştirildiğinde o saatten sonra Müslümanlar, “Batı’dan getirilip bize dayatılmış sistem.” muhabbetleri yapabilecekler midir? Anayasa oylaması için sandık başına giden Müslümanın, o saatten sonra nasıl, “Ben küfür olan laik, cumhuriyet demokratik sistemini değil İslâm şeriatını istiyorum.” diyebilecek?
Bundan dolayı söz konusu bu referandumu, Müslümanlar açısından önemli bir dönüm noktası olarak görüyor ve Müslümanlar için tehlikeli bir tuzak olarak değerlendiriyorum. Bu seçim, İslâmî açıdan vekil seçimlerinden çok daha vahimdir. Çünkü bu seçim ile dolaylı değil doğrudan yasamaya katılım söz konusudur. Son olarak, seçime katılmayı düşünen Müslümanlara, tekrar düşünmeleri gerektiğini, kâfirlerin ve onların dostlarının tuzaklarına düşmemelerini ve hesap gününü hatırlatmayı bir görev bilirim.
وَمَكَرُواْ وَمَكَرَ اللّهُ وَاللّهُ خَيْرُ الْمَاكِرِينَ
“Onlar tuzak kurdular. Allah da tuzak kurdu. Allah tuzak kuranların en hayırlısıdır.”[1]
[1] Âl-i İmran 54