Abdülhamid döneminde devlet nizamı, ekonomi, fizikî altyapı, bürokrasi, eğitim ve sağlık alanındaki gelişmeler, uygulanan katı sansür sebebiyle hep geri planda kalmıştır. Bunda işgüzar bürokratların da kabahati vardır.
II. Abdülhamid devri üzerine bilhassa 80’li yıllardan sonra peşin hükümlerden uzak kalınarak yapılan ciddî çalışmalarda üzerinde mutabık kalınan bahsimizle ilgili tesbitler şu şekilde özetlenebilir:
Osmanlı’da anayasa ve millet meclisi tecrübelerinin ilk defa olarak hayata geçirildiği bu devirde, münhasıran fizikî altyapı yatırımları ile eğitim ve sağlık alanında kaydedilen yenilikler ve bürokrasideki müesseseleşme kendinden evvelki bütün devirlerden bâriz bir surette daha fazladır. Bu devirde kazanılan imkân ve tecrübelerin, Millî Mücadeledeki ve Cumhuriyet’in tesis edilmesindeki müsbet katkıları—zannedilenin ve resmî ideoloji tarafından uzun yıllar inkârının aksine—oldukça fazladır.
Abdülhamid devrinde tatbik edilen had safhadaki sansür tartışmasının öne çıkması sebebiyle nazarlardan kaçan bir hususu Kemal Karpat şu şekilde tesbit etmiştir: Sansür, politik ve açıkça İslâmiyet düşmanı bir muhtevaya sahip olan kitap ve gazetelere uygulanıyor, fakat bilim ve edebiyat alanındaki eserlere uygulanmıyordu. 1876’dan sonra edebiyat, müsbet ilim ve din alanlarında neşredilen kitaplarda âdeta bir patlama yaşanmıştı.
Sansür konusunda vazife yapan memurların işgüzarlığını ve bunun menfî tesirlerini nazara veren Orhan Koloğlu da benzer bir şekilde şu değerlendirmeyi yapmıştır: “ Ülkede eğitim alanında en çok modern kurumun kurulduğu, genç çağdaş kadrolar yetiştirildiği, Fransızca eğitim veren kurumların öğrencilerinin 30-40 binlerle hesaplandığı bir dönem yaşanmasına karşılık Abdülhamid saltanatının bir gerilik ve bağnazlık dönemi diye nitelenmesi bu dengesiz yasaklamalar yüzündendir.”
Padişah, devletin ödemekte tamamen acze düştüğü ve artık siyasî istiklâlini de tehdit eder bir hâle gelmiş olan dış borç meselesini, çok tartışılan meşhur “Muharrem Kararnâmesi” ile önemli ölçüde hal yoluna koymaya muvaffak oldu. 250 Milyon Osmanlı altını olarak devraldığı toplam borç yükünün bu uygulama ile 150 Milyon Osmanlı altınına indirilmesini temin ederek tıkanmış olan malî sistemi tekrar çalışır bir hâle getirdi. İlber Ortaylı, “Müflis maliyenin ve Düyun-u Umumiye’nin” sınırlamalarına rağmen Anadolu ve bazı Ortadoğu vilâyetlerinin 19’uncu asrın îmarını o devirde gördüğünü belirtir.
Sultan Abdülhamid’in İttihad-ı İslâm siyâseti, son yıllarda üzerinde müstakil olarak ciddî çalışmaların yapıldığı ve farklı zâviyelerden yeni mülâhazalarla tekrar müzakere edilmeye başlanmış olan önemli konulardandır. İsmail Kara’nın ifâdesiyle, Osmanlı Devleti’nin en zayıf dönemlerinde Osmanlı Hilâfeti en güçlü ve nüfûzlu bir noktaya gelmişti. Müslümanların yaşadığı toprakların giderek Batı’nın hâkimiyeti altına girmesi ve sömürge haline gelmesi Osmanlı payitahtını ve halifelik makamını çok önemli hale getirdi. Fakat ne halifenin, ne de payitahtın bu yeni talep alanını dolduracak gücü vardı. Yine de II. Abdülhamid, hilâfeti, bir taraftan Avrupa’yı tehdit etmek ve saldırılarını sınırlamak, diğer taraftan da Müslüman bölgelerin halklarını korumak ya da en azından mânevî bir himaye sağlamak için hayli başarılı bir siyâset zemini ve “Araç kurum” olarak kullanılabilmiştir.
Kara, eserinde Abdürreşid İbrahim’in bu gelişmeyi şöyle anlattığını naklediyor: “Bundan otuz küsur sene mukaddem Sultan Aziz’in zamanında memleketimiz olan Rusya’da Sultan Aziz’in kim olduğunu bilmeyen adamlar çoktu. Bugün ise Rusya’da Makam-ı Hilâfet’e geçen zevatın isimlerini bilmeyen bir çocuk bile yoktur.”
Orhan DİNDAR