Osmanlı Hilafet Devleti dünyaya nizam veren bir mevkide idi. Bu görev ve gücünü kuşkusuz Hilafet Nizamı’ndan alıyordu. Statükonun Batı lehine değişmesi için Hilafetin işlevsiz bırakılması gerekiyordu. Batı; fikri, siyasi ve askeri bütün gücünü bu amaç doğrultusunda seferber etti.
Bu nedenle I.Dünya Savaşı’nın sırf Hilafeti ilga etmek için çıkarıldığını söylemek bir abartı değil, aksine bir hakikatin ifadesidir. Nitekim o dönemde Batı zihniyetine sahip İttihat ve Terakki kadroları tarafından yönetilen Osmanlı İslam Devleti sömürgeci güçlerin planları doğrultusunda savaşa dahil edildi. Mondros Mütarekesi’nin ardından devletin kalbinin attığı İstanbul işgal edilerek bütün bir İslam coğrafyası saldırıya açık bir hale getirildi. Ardından kurdurulan yeni rejim ile Hilafet ilga edilerek işlevsiz hale getirildi.
İşte bu; asırlarca türlü badirelerden geçen İslam ümmeti için bir kırılmaydı. Daha önce hiç yaşamadığı bir nitelik değişimiydi. Batı patentli seküler/laik amentünün Hilafetin payitahtına egemenlik kurmasıydı.
İslam coğrafyası söz konusu olduğunda rejim ve halkları biri birinden bağımsız değerlendirmek gerekmektedir. Bu bağlamda Hilafet-Türkiye-İstanbul dediğimizde doğal olarak bütün bir İslam âleminin geleceğinden, ikbalinden söz etmiş oluyoruz. Zira o sancak bu topraklarda düştü ve görünen o ki yine bu topraklarda göndere çekilecektir. Evrensel bazda meydana gelen siyasi ve askeri gelişmeler bütün Müslüman halklarıyla birlikte Türkiye’ye birinci sınıf bir rol biçmektedir.
Ne ki; Laik ulusalcı rejim varlığını biri İslami yönetim talebi, diğeri Kürt sorunu olmak üzere iki düşman üzerine inşa etmiştir. Laik amentü ile İslam’ı hayattan tasfiye ederken ulusalcılık temelinde Kürt halkına karşı ret, inkâr ve asimilasyon politikası uygulamıştır. Dahası Müslüman Kürt halkının sorunlarını İslam ile çözme yollarını tamamen kapatmış ve onların başka mecralara yönelmesine çanak tutmuştur.
Rejim; ürettiği Kürt sorununu halletmek için konsept değiştirerek yürüttüğü tüm çözüm süreci her şeye rağmen sonuçsuz kalmıştır. PKK terör örgütünün sorunu dış güçler adına istismar ettiği doğrudur. Ancak meselenin çözümsüz kalmasının daha derin kökenleri olduğu bir gerçektir. Nitekim Kürt sorununun Hilafetin ilgasından bağımsız ele alınması başlı başına bir sorundur.
Bugün gelinen noktada mehter marşı eşliğinde Güneydoğuda il ve ilçelerin topa tutulması halkların ortak geçmişlerinden tamamen kopmasına neden olacağı gibi kardeşlik zemininde kuracakları geleceklerini de tehlikeye atmaktadır. Reddi miras etmiş yeni rejimin mehter marşını kendi günahlarına ortak etmesi anlaşılacak gibi değildir! Hilafet gibi kucaklayıcı bir nizamı ilga ederek İslami hayata son veren bir rejimin Allahu Ekber nidalarının arkasına sığınması masumane bir tercih değildir. Eğer rejimin laik demokratik amentü üzerinden bu sorunu halletmeye kudreti olsaydı, geçmişte olduğu gibi Kemalist Ulusal Marşlar eşliğinde bunu yapardı. Devreye konan bu yeni strateji rejimin kendi altyapısına karşı duyduğu güvensizliğin ifadesinden başka bir şey değildir. Nitekim laik demokratik ulusal bir amentünün İslam coğrafyasında hüküm sürmesi ve payidar olması mümkün değildi ve olmadı da! Darbelerle, balans ayarlarıyla ve elektronik muhtıralarla yaşadığımız yüz yıllık tecrübe bunu göstermiştir.
Dahası yeni rejim Hilafeti ilga etmekle bütün zamanların en büyük cürmünü işlemiştir. Halkları başsız ve hamisiz bırakarak koca bir coğrafyanın talan edilmesine zemin hazırlamıştır. Ulusal politikalarla halklar birbirine düşürülerek coğrafyanın öz gücü tüketilmiştir.
İşte öngörülemeyen gelişmeler bugün bu coğrafyanın kapısını yeniden çalmıştır. Fransa, İngiltere, Almanya, Kanada, Avustralya, Belçika, Danimarka, Norveç ve işte İran ve Rusya! Bütün bir dünya yüz yıl önceki stratejilerini kuşanarak asırlarca İslam coğrafyasının gölü konumundaki Akdeniz’e doluşmuştur. Bir İslam ülkesi olan Suriye üzerinden Türkiye dahil bütün bir İslam coğrafyasını yeniden dizayn etmeye teşebbüs etmişlerdir. Taşeron terör örgütleri dahil fesadın her çeşidi, algı operasyonlarını devreye sokarak İslam’a ve Müslüman halklara karşı çok zalimane ve ahlaksızca bir savaş yürütmektedirler. Nitekim sıcak denizlere inme stratejisini yeniden hatırlayan Rusya’nın Türkiye’ye tehdit yağdırmanın altında İslam ümmetine liderlik yapma potansiyeline sahip olması yatmaktadır. İkide bir Türkiye’nin İslamlaşmasından dem vurmasının nedeni budur. Böyle bir ihtimalin önünü kesmek maksadıyla bunu dillendirmektedir.
Kaldı ki; Suriye kıyamının Hilafetin ilgasından buyana Batı dünyasının inşa ettiği statükoyu sarstığı bir zaman diliminden geçmekteyiz. Bu yeni durum tarihsel kırılmalara gebe olduğu gibi geleceği doğru okumayan bölge ülkelerin savrulmasına neden olabilecek siyasi ve askeri gelişmeleri tetiklemiştir. Yeni durumun ortaya çıkardığı kriz ve fırsatlar, Ortadoğu’nun yeniden tarihi köklerine dönmesi noktasında Türkiye’ye öncülük etme imkânını bahşetmektedir. Bütün göstergeler; fikri, siyasi, sosyal ve jeopolitik varlığıyla Türkiye’nin tarihi yol ayrımında olduğuna işaret etmektedir. Bu nedenle Türkiye’nin sadece yeni konsept, anayasa ve politikalara değil yeni bir nizama ihtiyacı vardır.
Buna karşı bir üst kimlik olarak bu halkları bir arada tutacak, onları yönetecek, güçlerini birleştirecek ve onları gerçek manada bağımsız yapacak İslam’dan başka güvenli bir liman olmadığı ortaya çıkmıştır. Allah’ın stratejik noktalar ve maddeler ile donattığı İslam coğrafyası bugün kadim amentüsüyle yeniden ayağa kalkmanın arifesindedir. Her İslami yönetim talebini terörizm ile yaftalayan ABD ve Avrupa’nın gösterdiği istikamette Teröre Karşı İslam İttifakı gibi uydurma birlikteliklerle oyalanma zamanı değildir.
Türkiye’nin devasa sorunlarını mevcut amentü üzerinden çözme imkânı kalmamıştır. Bu amentü ile yoluna devam etmekte ısrar etmesi sonun başlangıcı olabilir. Kaldı ki laik demokratik amentünün kaçınılmaz bir unsuru olan ulusalcılık Türkiye’nin bütünlüğünü ciddi manada tehdit eder hale gelmiştir. Evrensel sömürgeci güçlerin daha kolay kontrol edilebilen siyasal oluşumların peşinde olduğu bir sır değildir. Bu bağlamda Türkiye bağrında sakladığı Müslüman halkların ikbalini bir kez daha laik ulusal amentüye kurban edemez.
Diğer taraftan İslam âleminde doğal olarak ortaya çıkan kuşatıcı fikri, siyasi kalkınma hareketleri, başta ABD olmak üzere Batı’nın ve Siyonizm’in tasallutundan kurtulmak isteyen bölge halkları için bir umut vaat etmektedir.
Eğer Türkiye bu gelişen süreçte parçalanmak ve küçülmek yerine, içinde barındırdığı bütün Müslüman halklarıyla tekrar tarihteki izzetli ve şerefli günlerine dönmek istiyorsa ecnebi malı laik demokratik ulusal amentüyü terk edip kendi öz malı olan Râşidi Hilafet’i yeniden yüklenmek durumundadır.
Görünen o ki; evrensel bazda meydana gelen siyasi, sosyal ve askeri gelişmeler Türkiye’ye başka bir yol bırakmamaktadır.
اللّهُ وَلِيُّ الَّذِينَ آمَنُواْ يُخْرِجُهُم مِّنَ الظُّلُمَاتِ إِلَى النُّوُرِ وَالَّذِينَ كَفَرُواْ أَوْلِيَآؤُهُمُ الطَّاغُوتُ يُخْرِجُونَهُم مِّنَ النُّورِ إِلَى الظُّلُمَاتِ
“Allah inananların dostudur, onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. İnkâr edenlerin ise dostları tağuttur. Onları aydınlıktan karanlıklara sürüklerler…”[1]
وَاللّهُ غَالِبٌ عَلَى أَمْرِهِ وَلَكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لاَ يَعْلَمُونَ
“Allah, işinde galiptir, fakat insanların çoğu bunu bilmezler.”[2]
[1] Bakara Suresi 257
[2] Yusuf Suresi 21