Home / News / YAZARLAR / Tahir Şanlı / Bu devletler ne kadar bizden olabilir ve bu karton devletçikler Müslümanları fikren kalkınmaya taşıyabilir mi?
islam devleti default

Bu devletler ne kadar bizden olabilir ve bu karton devletçikler Müslümanları fikren kalkınmaya taşıyabilir mi?

Tahir Şanlı İslam devleti hilafet 1924’te yıkıldıktan sonra İslam beldelerinde kurulan elli küsur devletin ümmet üzerindeki çarpıcı tesirinin boyutları değişik alanlarda tartışılabilir. Bunların devlet sıfatını taşıyıp taşımadıkları, ümmeti temsil edip etmedikleri, bağımsız devlet olup olmadıkları, yapıları, kimler tarafından kuruldukları, kimlere hizmet ettikleri gibi…

Ümmet, başlarında bulunana/devletlere sahip çıkarken devletin ve devletin hayattaki rolünün ne olduğu hakkında tam bilinçli olmadığı ortadadır. Aynı anda ümmet bu devletlerin hayatta karşılaştıkları beklentilerine karşılık verip veremediği noktasında da mutmain değillerdir. Kimilerine göre devlet kutsallaşmışken kimilerine göre devletin hayatlarında müşkülleri çözecek yapıya sahip olmadığı, ancak belli bir zümre için var olduğu düşüncesi hakimdir. Çünkü belirli sınır ve bayrak altında yaşadıkları bu devletlerin bir sürü tezatlar içerisinde olduğunu görüyorlar. Şöyle ki; “bağımsız” bildikleri bu devletlerin hem siyaseten hem de ekonomik olarak Amerika veya Avrupa güdümlü olduğunu alenen müşahede ediliyor, tesiri hayatlarına yansıyor ve bu şekilde yaşamlarını sürdürüyorlar.

Müslümanlar, çeşitli şekillerde (demokratik seçim veya darbe) devletin başına getirdikleri kişilerin şekli Müslümanlığına kanarak bunların batı kanunlarını uygulamalarına göz yumuyorlar veyahut alenen ses çıkarmıyorlar. Hatta kişinin Müslümanlığına bakarak, yanlış yapamaz düşüncesi ile seçtikleri kişilerin peşinden giderek yöneticilerin tatbik ettiği İslam dışı kanunlara tabi oluyorlar.

Ekonomide siyasiler tarafından sömürgecilerin ellerine teslim edilen kaynakların nasıl heder edildiğini görüyorlar, fakat Müslümanlar kaynaklarını sahiplenmek yerine ondan çok ufak bir parça kapmak, kazanç elde etmek, fırsatçılık yapmak için (batı menşeili şirketler kurup) gece-gündüz mücadele veriyorlar.

Müslümanlar hayatlarına küfür sistemlerinin kültürel bazda adım adım girdiğini, toplumsal yapılarını bozduğunu, her türlü çirkefin yayıldığını görüyorlar fakat kendilerini ailelerini korumak için yine bu sistem altında çözümler arıyorlar. Bozulan aile yapılarına kadın sığınma evleri gibi yerlerde çözüm aramaları gibi…

Dahası başlarında bulunan devletlerin her türlü (ağırlıklı olarak ekonomik) kalkınmayı bugün olmasa da ileride gerçekleştireceğine inanıyorlar veya inandırılıyorlar.

Bütün bunların yanında en önemlisi olan dinlerinin hayatlarından, söylemlerinden adım adım çıktığını veya çıkarıldığını göremiyorlar.

Bütün bu kargaşanın nedeni hayata bakış açısının değişmesinden, karışık hale gelmesinden kaynaklanmaktadır. Her hususta olduğu gibi bu hususta da zihinler karmakarışık bir vaziyet almıştır.

Şu bir gerçek ki her hususta olduğu gibi bu hususta da ideolojik bakış yerine oturtulmalıdır. İdeolojik bakış dağınık fikirleri netleştirdiği gibi yaşamımızda karşı karşıya kaldığımız her hususta derin ve aydın bakışı karşımıza çıkartmaktadır. Örneğin; dar-ul İslam ile dar-ul küfür kavramları hem fikren netlik gösterdiği gibi hem de hayatımızda/uygulamada, başımızda olan devletin yapısını ve onunla olması gereken münasebetleri/ilişkileri de ortaya koymaktadır. Başka bir örnek; meselelerimize çözüm ararken kaynak olan Kitap, Sünnet, sahabenin icması ve kıyasa yönelmeyi delil almak konusunda hem fikren hem de hayatımızda (uygulamada) netlik ve kolaylık getirirken şu an Müslümanların hayatlarına tesir eden kapitalizm, demokratik, seküler/laiklik gibi fikir ve uygulamaların yanlışlığını da barizleştirmektedir. Yine küfür sistemlerinin yaşantımızı ne kadar karmaşık bir hale getirdiğini de ortaya koymaktadır.

İslam’a inanmak, İslam’la her güzelliği yaşamak ve yakalamak her ne kadar varlığını korusa da bu sadece istek, temenni, geçici arzu olarak kalmaya devam etmektedir. Kalkınmaya giden yolda Müslümanların büyük bir kesiminin yaşantılarında başka arayışlar (daha çok demokratik alan) içerisinde oldukları malumdur. Veyahut kalkınmaya giden yolda fikren büyük bir kargaşa içerisindeler. 

Fikren kalkınma noktasında da insanlarımız başlarındaki devletlerin kalkınmayı gerçekleştireceğine inanmakta ve de inandırılmaktadır. Veya en azından İslami hayata geçiş süreci olarak kabullenmektedirler. Çok zorlandıklarında da bu hali “ehven-i şer” olarak nitelemektedirler. Gerçi, son dönemler bu iddiada bulunanlar, artık sanki aradıklarını bulmuşçasına İslamsız bir hayat tarzını özümsediklerini yaşantılarında sergilemekten geri durmuyorlar. Demokratik-laik düzen içerisinde din ve devlet işlerinin yerlerini ayırt ederek böylede Müslümanlığın yaşanabileceğini dillendiriyorlar. Bunu ağırlıklı olarak İslami noktada direnci kırılmış Türkiye halkı üzerinde görmekteyiz. Ekonomik gelişmelerin de tesirinde kalarak (diğer İslam beldelerindeki yönetimlere bakarak)  farklı bir noktaya gelindiğini gören halk fikri, kültürel, ekonomik ayırım yapmadan bütün beklentilerini devletin karşılamaya muktedir olduğuna inanmış ve inandırılmıştır. Ayrıca Suudi Arabistan, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri gibi bazı İslam beldelerindeki yaşam standartlarının yüksek olması da bazı kişilerde devletin ekonomik ve bunun yanında fikri kalkınmayı sağlayacağı kanaatini oluşturmuştur.

Burada bölgesel olarak farklılıkların olduğundan da bahsetmekte fayda var. Şöyle ki; Türkiye gibi yerlerde halk demokrasi-laiklik ile yaşamayı hayatlarına sindirmiştir. Başlarda, batı kültürünü anlamakta zorlanan halk daha sonra demokrasi dendiğinde (tam olarak niteliklerini anlamasa da, az bir kesimin dışında genel olarak) sadece seçim değil özgürleşmek gibi fikirleri de beraberinde kabullenmektedirler. Türkiye gibi yerlerde bu böyleyken Arap memleketlerinde (Mısır gibi yerlerde) ise demokrasi denildiğinde sandığa gitmek ve istedikleri kişiyi seçmek olarak algılanmaktadır.

Geriye dönersek ümmetin başındaki devletlerin İslam devleti olmadığı gayet açık ve nettir. Bunların başındakilerinde İslam adına söylem ve görüntüden başka her hangi bir iş yapmadıkları da tartışmasız ortadadır. Hiçbir şekilde ümmetin beklentilerine karşılık veremeyen, maslahatlarını güdemeyen bu devletler maalesef yine ümmet tarafından sahiplenmektedir. İşte asıl sorun bu noktada başlamaktadır. Öyle ya; varlığını kabul etiğiniz bir şeyin ya koruyucusu olursunuz ya da tabiisi. Sonrasında ise hayatınızda ve yaşantınızla alakalı beklentiler ortaya çıkmaya başlar. İş alanları, eğitimde kolaylık, refah seviyesi yüksek bir hayat vs… Karşı tarafta tabii ki bu istekleri yerine getirmek için şekli bir görüntü ve icraat sergilemesi gerekecektir.  Bu ya kurumları değiştirme, ya iktidara oturacak kişileri değiştirme, ya düşüncelerde yumuşama ve fikirleri vakıaya uydurma, ya tavizler vererek onlardan gözükme, ya sessizlik pozisyonuna geçip mistik bir ortamı seçme veya topluma daha yakın olma, onların mescidlerinde bulunma, neşelerini ve acılarını paylaşma gibi birçok düşünceler ve amelleri ortaya çıkartır. Böylece artık ideolojik olarak değişim/ bir halden başka bir hale geçiş, kalkınma veya değişim değil var olan üzerinden hayatı yönlendirme başlamış demektir. Yani halk hakim olan güç tarafından sisteme uygun bir şekilde ıslah edilmek için karantinaya alınmış demektir. Böylece sistemin potasında erimeye mahkum olmuş kişilerin beklentisi devletin icraatlarına kilitlenip kalır. Bu durumdaki tartışmalarda en ileri seviye devletin yaptıkları icraatların yanlışlığı değil yorumlanmasından öteye gitmez. Çünkü kabullendiğimiz devleti yıkma fikri veya ideolojik değiştirme gibi bir düşünce beyinlerde kaybolup gitmiştir. Hatta kendileri sistemin istediği, düzene göre ıslah olurken devleti ıslah etme düşüncesine dahi yer artık düşünülmez. Çünkü “hatada yapsa bu devlet bizim devletimiz, bundan başka bizi koruyacak, sahip çıkacak, barınacak bir yerimiz mi var?” düşüncesi hükmen hakimiyetini beyinlerde kurmuş ve bilfiil hayatta yerini almıştır. Bir ilke haline getirilen bu düşünce fikri değişimin önünde maalesef büyük bir set oluşturmaktadır. Yabancı kültürün etkisinde kalan bu insanların cesaretleri kırılmış, gözlerinin önü kararmıştır. Olaylar karşısında düşünememe ve korkaklık toprağını insanların üzerine serpiştirmektedir. Bir de buna yanı başımızdaki işgaller, olaylar, kargaşalar eklenince halkın yönetime teslimiyeti daha da artmaktadır. Maalesef bu teslimiyetçilik adeta kalkınma yerine nasıl çökeriz düşüncesini hayata hakim kılmıştır.

Aklımıza şöyle bir soru gelebilir: peki bu şekilde devletlerin fikri kalkınmada rolü ortaya çıkmıyor mu veya bunu nasıl başardılar?

Aslında bu sorunun cevabı kalkınmada kitlenin rolü çerçevesinde işlenecek konuya dahildir. Fakat vakıayı kısaca irdelediğimizde şu ana noktalar karşımıza çıkar.

İslam aleminde var olan devletlerin kalkınmayı nasıl gerçekleştirdikleri (ki biz kalkındıklarını kabul etmiyoruz) veya kalkınıp kalkınamadıkları başlı başına bir konuyu içerse de önümüze çıkan, bu devletlerdeki değişim devlet zorbalığının bir ürünüdür. Zorbalıklar dönem dönem nefes alma fırsatları ile gözden uzaklaştırılmıştır. Bunun en bariz örneği; Türkiye’de devrimlerle köreltilen halka, devlet baskısı ile şeflik döneminde/İnönü döneminde kurumlarda laikliğin, demokrasinin verilmesi gibi… Tümü ile İslam kültürü yasaklanmış, insanların önüne sadece küfür kültürü kapitalizm konulmuştur. Devlet icraatına dayalı bu çalışma neticede baskıcı olduğu için başarısız kalmıştır. Yöneticilerin zulmünden bıkan halk devlete düşman kesilmeye başlamıştır. Sonrasında aynı devlet, aynı düzen, aynı fikirler Adnan Menderes, Turgut Özal, Erbakan ve Tayyip Erdoğan gibi kişiler yolu ile nefes aldırarak benimsettirilmiştir.  Fikri görme yerine insanlar uygulamadan kaynaklanan –ki devlet ancak uygulayıcıdır- yasaları görmüştür. Bunlarda küfür yasalarını hem uygulamada hem de şeffaflaştırarak benimsettirilmiştir. Küfür devletinin ayakta kalabilmesi için bu devlet bütün imkanlarını seferber ederek bu yolda çalışma yapan partiler, kurumlar, dernekler, vakıflar, diyanet İşleri Başkanlığı, eğitim sistemi ve medya alanlarını desteklemiş ve yasal olarak bu yolda çalışanlara kolaylıklar sağlamıştır. Bu oluşumlar devletin benimsediği küfür fikir ve düşüncesini/demokrasi, cumhuriyet, laiklik, kapitalizm, liberalizmi taşımakta birbirleri ile yarışırcasına hareket ederek ümmeti zehirlemişlerdir.

Dolayısı ile Müslümanların dikkatleri sağlıklı kalkınmanın ne olduğu ve nasıl gerçekleştirilmesi gerektiğinden uzaklaştırılmıştır. Fikri kalkınma çalışması yapan kitleler de en ağır bir şekilde cezalandırılmışlardır ve halada bu böyledir. Fikren kalkınmaya yönelik İslam ideolojisi ile ilgili kalkınma hareketlerine devlet kapıları tümü ile kapalıdır. Bu nizamının gereğidir. İslam devleti olsa da nizamının dışında hareket eden herhangi bir kitleye elbette müsaade etmeyecektir. Fakat buradaki incelik İslam beldelerinde küfür nizamlarını icra eden yönetimlerinin bulunmasıdır. Yine burada İslam ümmetinin varlığı söz konusudur.  Bu ümmet yeniden nizamına dönmeli, dönmesi içinde İslam İdeolojisi ile yeniden fikren kalkınması gerekir. Ayrıca şu dört kıymet ortaya çıkmadıkça o devletin kalkınmışlığından da bahsedilemez:

1-   Maddi kıymetler; insanlar arasında maddi ihtiyaçların giderilmesi. Ki İslam beldelerinde bu büyük sorundur.

2-   Ruhi kıymetler; toplumda akidenin tesiri ortaya çıkmalıdır. Maalesef günümüzde, İslam beldelerinde bu etkinin hayatta var olduğunu söylemek çok zor.

3-   Ahlaki kıymetler; doğruluk gibi. Güven ortamının kaybolduğu, sahtekarlığın ve yalancılığın her alanda etkili olduğu bir dönemdeyiz.

4-   İnsani kıymetler; merhamet, sevgi gibi. İslam coğrafyasına şöyle bir baktığımızda Müslümanların birbirlerine karşı ne kadar merhametsiz olduklarını görürüz.

Bu kıymetler toplumla buluşamıyorsa o devletin kalkınmışlığından bahsedilemez. Bahsedilse dahi uyum içerisinde olmayan iki kutuptan (devlet ve toplumun uyum içerisinde olmamaları kastedilmekte) bahsedilebilir ki bu da kalkınmışlığın önünde en büyük engeldir.   

Dolayısı ile İslam ümmetinde kalkınmanın yolu ve şekli/ekonomik veya fikri, devletin kalkınmadan kastı ve modeli ile ilgili zihinlerdeki kargaşaya bir son verecek şekilde vuzuha kavuşturulmalıdır. Bu yükü üzerine alacak olan İslam ideolojisini kendisine dava eden bir kitlenin vazifesidir.

İslam ideolojisini kalkınmada esas alanve bu yolda Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem’in metodu üzere bizler günümüzdeki devletlerin İslam ümmetine İslam adına hiçbir şey kazandıramayacaklarına kanaat getiriyor ve bu devletlerin bütün oluşumları ile ideolojik fikri kalkınmamıza faydası değil zararlarının çok büyük olduğunu ifade etmek istiyoruz. Bu devletlerin cüzlerinden bazı cüzlerinin değişmesi sahih ve doğru bir kalkınmayı ortaya koymaz. Kökten İslam ideolojisi ile donanmadıkça da sağlıklı kalkınmayı da yakalayamaz. Bu noktada devlet merkezli bir kalkınma olayından bahsetmekte yanlış olur. Bu minvalde “devlet” konusunu kısaca ele alalım.

Devlet nedir?

Devlet hakkında birçok tarifler yapılmıştır. Buraya bir kaçını almakla yetinmek istiyoruz.

“Ülke adı verilen belirli bir toprak üzerinde yaşayan insan topluluklarının bir egemenlik anlayışı ve hukuku içinde bir siyasi iktidar altında örgütlenmesidir.”

“İnsanların ortak ihtiyaçlarından doğan, birbirleriyle olan ilişkilerini sosyal sözleşme esaslarına göre düzenleyen; bir ülke üzerindeki siyasi ve hukuki iktidarın, müessese mahiyetindeki görünümüne devlet denilir.”  (http://kitap.mollacami.com/emanet-ve-ehliyet/adalet-bahsi/devletin-tarifi-ve-mahiyeti.html)

Kuşkusuz, insan toplulukları, toplumunun bireyleri arasındaki, ilişkilerinin çözülmemesi, çöküntüye uğramaması velhasıl sürekliliği için, insanların toplum içerisinde ilişkilerini sistematize edeceği, bu ilişkilerden doğacak olan problemleri çözeceği ve toplumun her bir üyesinin tüm fonksiyonlarını, eğilimlerini icra ederken kayıtlı kalacağı, yönlendirici ilkeler mesabesindeki sistemi yürürlüğe koyucu, toplumun işlerini idare edecek ve yasaların dışında hareket edenleri engelleyecek bir otoritenin de gerekliliğini çok geçmeden idrak etmiştir. Eğer insanlar her bir bireyin kendi çıkarı ve faydasını, dilediği bir biçimde diğerlerinden elde etme noktasında serbest bırakılırlarsa, bu durumda toplum, kuvvetlinin zayıfı yediği, orman yasalarının geçerli olduğu, ya da insanlar, büyüğünün küçüğü yediği balıklar topluluğuna dönüşecek ve ardından o toplum çökecek ve toplum olma niteliğini kaybedecektir. İşte bu perspektiften baktığımızda insanların, tarihin start verilişinden bu yana toplumların içeride bir sistemle ve onun yürütülmesi ile tanışıklığının olduğunu, toplumdaki tüm bireylerine yasalar karşısında sorumluluğu yüklediğini ve yasaları ihlal edenlere yaptırım uyguladığını, kendi işlerini söz konusu yasalara göre idare eden otoriteye boyun eğdiklerini görüyoruz. İşte bunun adı “siyasi otorite” veya “devlettir“. (Sağlıklı Kalkınma)

Başka bir tarifte devlet; ümmetin kabul ettiği ölçüler, mefhumlar ve kanaatlerin tümünü yani Şer’i hükümleri yerine getiren yürütücü bir varlıktır.

Devlet, belli bir toprak parçası üzerinde hayat mücadelesi esnasında ümmeti idare eden bir varlıktır. Ümmetin varlığı ve devletin varlığı bu toprak parçası içinde tek bir varlık meydan getirir.

Devlet, bu varlığın içinde liderlik merkezini işgal eder. İki varlıktan meydana gelen bu varlığın mevcudiyetini sürdürebilmesi için, devletin varlığının insanların işlerini ümmetin kabul ettiği kanaatler, mefhumlar ve ölçülerin toplamına göre yürüten salih bir varlık olarak kalabilmesi için, ümmetin sükûnet ve istikrarını garanti edebilmesi için, ümmetin varlığında mevcut inzibat/disiplin mefhumlarının devletin yapısında da mutlaka bulunması lazımdır. Bu kavramların (mefhumların) nefislere yerleşik, alakalara hakim atmosfer oluşturur şekilde olmaları gerekir ki böylece genel fikrî uyanıklıktan fışkıran genel örf oluşsun. (Ümmetin Misakı s.69)

الَّذِينَ إِن مَّكَّنَّاهُمْ فِي الْأَرْضِ أَقَامُوا الصَّلَاةَ وَآتَوُا الزَّكَاةَ وَأَمَرُوا بِالْمَعْرُوفِ وَنَهَوْا عَنِ الْمُنكَرِ وَلِلَّهِ عَاقِبَةُ الْأُمُورِ

“Onlar o müminlerdir ki, eğer kendilerine yeryüzünde bir iktidar mevki verirsek namazı dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler; iyiliği emrederler, kötülükten vazgeçirmeye çalışırlar.” (Hacc, 22/41) ayetinde İslâm devletinin tanıtıcı bütün özelliklerini bulmak imkânımız vardır. Başka ayetler devletin özelliklerini açıkça ortaya koyar: Devlet, Müslüman tebaasıyla birlikte Allah’ın yeryüzündeki halifesidir. Yani Allah’ın hükümlerinin uygulayıcısıdır.

Devletin hayatımızdaki rolü:

Devlet, hangi devlet olursa olsun belli bir toplumda yaşayan insanların maslahatlarını belli bir ideolojik görüşü ile gözetmesi, koruması ve taşıması için vardır. Bu maslahatların başında gelenleri ise şunlardır:

1. İnsanların canlarını korumak,

Düşman saldırılarından korumak

Eşkıyalardan, emniyeti sağlamak,

Sağlık hizmetlerini sunmak

2. Mallarını korumak,

3. Nesillerini korumak,

4. Asayişi sağlamak, adaleti tesis etmek,

5. Deprem, sel, yangın gibi tabii afetlerde insanların yaralarını en hızlı bir şekilde sarmak,

6. Varsa (ki; İslam Devleti İslam’ı cihad yolu ile aleme taşımakla vazifelidir) ideolojik misyonunu aleme taşımak.

Görüldüğü gibi devletin var oluşunun temel öğeleri icraat boyutludur. Devlet belli bir ideoloji kabul ettiği için artık o ideolojik temel üzerinde varlığını ikame etmeye çalışır. Üzerine düşen, o temel üzerinde kalkınmanın parçaları olan gelişmeleri içerde ve dışarıda siyasi uyanıklıkla takip edip korumaktır. Hakla batılı ayıran, hakkın korunmasını üzerine alandır. Nitekim Allah Teala bu konuda şöyle buyurdu:

وَيَكُونَ الرَّسُولُ عَلَيْكُمْ شَهِيدًا وَمَا جَعَلْنَا الْقِبْلَةَ الَّتِي كُنتَ عَلَيْهَا إِلاَّ لِنَعْلَمَ مَن يَتَّبِعُ الرَّسُولَ

“…Senin üzerinde bulunduğun (yönü, Kâ’be’yi) kıble yapmamız, peygambere uyanları, iki topuğu üzerinde gerisin geri dönenlerden ayırdetmek içindir…” (Bakara 143)

Devlet, ideolojinin en yükseklere çıkması için araç gereçleri onun hizmetine sunmaktır. Fikri kalkınma esasları kitlede olduğu gibi devlet yapısında aynı şekilde seyretmez. Devlette ideolojiden doğan nizamlar vardır ve uygulanması gereken hukuk insanlar arasındaki alakaları düzenler vaziyettedir. Ayrıca devlet bu nizamın uygulanışını kolaylaştırıcı işler üstlenir, araç-gereçleri pratik olarak sunar. Yönetimi altında olan insanlara kalkınmadan doğan fikri esasları dava edinmek değil tatbik etmekle kendini gösterir. Ki böylece o toplum hayatta tatbik etmek istediği fikrin uygulandığını görsün ve huzur bulsun. Devlet halkını huzura ve refaha kavuşturmakla yükümlüdür. O devlet altında yaşayan gayri Müslimlerde bu uygulamaları görsün ve onlarda İslam’a girme arzusu ortaya çıksın. Böyle olunca devlet ve devlet yöneticilerinin vazifeleri ideolojiyi korumak ve onu hayatta uygulama sorumluluğu bilincini taşımaktır. O elindeki yasaları tatbik etmekle yetinir. Devlet icraat ve sorumluluk üstlenen bir pozisyondadır. Aynen Hz. Ömer Radıyallahu Anh ve diğer yöneticilerin takip ettiği gibi. Hz. Ömer Radıyallahu Anh;

“Bir ırmak kenarında bir koyunun ayağı sürçüp de suya düşerse o benden sorulur”diyerek o raşid/hayırlı yöneticinin sorumluluk alanının boyutlarını gösterir.

Bunun dışında ümmet devlet ilişkisinde;

       -Otoritenin pratik olarak ümmette kalması,

       – Ümmetin idareciye masîyet olmadığı müddetçe tam itaati,

       -Ümmetin idareciyi muhasebe etmesi,

       -İdarecinin açık küfrü ortaya çıktığında ona karşı savaşılması,

       -Yöneticinin idaresi altında düşmana karşı savaşmak ümmetle devlet ilişkilerinde olmazsa olmazlardandır. Bunlar olmadığı takdirde hem ümmetin hem de devletin varlığı tehlikeye girmiş olur.

İşte bütün sorun bugün Müslümanların başında bu sorumluluk bilincinde bir yönetim, icraat yapan yönetici ve devletin olmayışıdır. Aynı şekilde bu duyarlılığa sahip ümmetin olmayışıdır.

Dolayısı ile Müslümanlar bu gün devlet konusunda yanlış düşünce içerisindedirler. “Tek bir devletimiz olsun da nasıl olursa olsun” düşüncesi onlarda hakimdir. Devletin “İslam devleti”  ismini taşıyor olması yeterli olmadığı gibi başında Müslüman bir şahsın bulunması da yeterli değildir. Çünkü ne yöneticide ne de devletin uyguladığı hükümler İslamidir. Bu noktada akide kökenli bir bakışla devlet konusu ümmet için yeniden ele alınmalıdır. Tabii ki günümüzde yanlış temeller üzerine oturtulmuş devlet ve devlet kurma fikirleri üzerine derinlemesine değinilmesi ve yanlışın gösterilmesi gerekir.  Bu doğrultuda şu iki hususun varlığından bahsetmek istiyoruz:

1-  Batının insanları alıştıra geldiği, Müslümanlara güzel gösterdiği veya dikte ettiği devlet yapılanması;

İslam aleminde yönetimlerin değiştirilmesi veya yeni yönetimlerin ortaya çıkarılmasında maalesef batı menşeili yöntem şekilleri kullanılmaktadır. Bu hem batının etkisinde kalmaktan kaynaklandığı gibi hem de insanlardaki devlet bakışların ancak batının sunduğu ve önerdiğinin dışında meseleleri düşünemiyor olmasından kaynaklanmaktadır.  

Demokratik, cumhuriyetçi, laik, çağdaş, muassır, medeni dedikleri batının tariflerine uyan bir devlet yapılanması. Bu çatı altında isminin İslam cumhuriyeti, krallık, diktatörlük, cunta olmasının pekte önemi yok. Yeter ki batının istediği formatları taşısın. Sömürgeciler varlıklarını sürdürebilecekleri bu tür devletlerde kendi zihniyetine dayalı kişiler bulup onu halka en güzel şekilde sunma sanatını çok iyi bilmektedirler. Batının çıkarlarını korumak için oluşturduğu kurumlara (Birleşmiş Milletler, NATO, Avrupa Birliği, Rusya Bağımsızlar Devletler Topluluğu) bağımlı, varlık gücünü oradan alan, karmaşık bir yapıya sahip, tüzel bir kişilik üzerine kurulu devlet yapısı. Öyle ki böylesi devlet yapılarında yöneticiler yönettiklerinden çok kendilerini yönetenlerin işlerini yerine getirirler. Her halleri ile dışarıdan bir otorite tarafından kontrol edildikleri bellidir.Buna içeride bazen derin devlet denilir. Bazen de asker, polis, çete veya zorbacı gücü arkasına alan şahıslar kastedilir.Baasçılık, cunta vs…Dolaylı olarak ta bunlar dış güçlere bağımlıdır. Bu tür anlayış o kadar topluma işlenmiştir ki artık insanlar iktidar olan, destekledikleri partilerin veya şahısların Amerika’nın, İngilizlerin, Rusların güdümünde olduğunu saklama gereği dahi duymuyorlar. “Bu ülkenin her şeyi batı menşelidir” derken yasalarından tutun her şeyin batı tesirinde kaldığı alenen dillendirilmektedir. Yani kapitalist kökenli devletçiklerin oluşturulması…

Ki bu tür devlet yapılanmaları ümmeti sahiplenen devletler değildir. Siyasi ve ekonomik olarak dışa bağımlı olduğu için ümmetin maslahatlarından çok sömürgecilerin maslahatları gözetilir.

2-   İslami bakışla devlet yapılanması;

a-          İsmen ve şeklen bir İslam devleti istemi… Süper güçlerin tesirinde kalarak veya onların sinsi isteklerini keşfedemeyen bir devlet şekli. Bu daha çok Müslümanlardaki yüzeysel bir düşünce ile ortaya çıkan devlet olma isteklerinden kaynaklanmaktadır. Batı bundan rahatsız gözükse de ses çıkartmamaktadır.

b-          Raşidi Hilafet. Müslümanların asıl ulaşmak istedikleri devlet budur. Raşidi İslam Hilafet devleti Müslümanların ideolojisinin öngördüğü devlet şeklidir. İslam bundan başka bir devlet şeklini asla kabul etmez. Edilmesi de haramdır.  Diğer devlet şekilleri saf dışı bırakılarak İslam’ın ölçü alınması, İslam’ı esas alan ideolojik devlet oluşturulması, her aşamasında Şer’i ölçülerin esas alınması, gücü dış menşeili olmaktan kurtarmak, halkın yeni yönetimin yanında yer almasını sağlamak için Müslümanların İslam düşüncesine sahip çıkmasını sağlamak gerekiyor. Ki böylece ümmet sahih kalkınmanın ne olduğunu görebilsin.

İslam’ın ölçü alındığı, ümmet devlet ilişkisinin sağlıklı yürüdüğü dönemlerde dünya İslam’ın altın çağları olarak görülen 8. asırdan 13. asra kadar Müslümanların birçok alanda süratle ilerlemelerine tarih şahitlik etti.  Bu dönem içerisinde İslam devleti İslam kültürünü insanlara sunacak her imkanı sağlıyor, ümmeti zehirleyecek yabancı kültürlerle savaşıyor, ümmetin huzurunu bozacak her türlü işleri engelliyordu. Ayrıca ümmetin refahı için mühendislerin yetişmesi, alimler ve tüccarların maddi olarak desteklenmesi, sanata, ziraata, ekonomiye, sanayiye, hukuka, edebiyata… katkıda bulunuyordu. Devletin yaptığı işlere o günün müçtehitleri, İslami kitlelerin katkıları olmuş bu şekilde kalkınma doruk noktasına ulaşmıştı. O günün meselesi yeniden fikri kalkınma değil fikri kalkınmanın etrafında yükselme meselesi idi. Yani devlet vardı ve bu devlet İslam’ı tatbik eden bir devletti.  

İslam devletinin olmadığı günümüzde, Müslümanlar sultası altında yaşadıkları devlet varlıklarını kabullenme yerine onları reddedip, İslam devletini kurmak için İslam’ı ölçü alan bir parti ile çalışmaları gerekir. Çünkü günümüzde kalkınma fikri kalkınmanın gerçekleştirme meselesidir. Bu devleti kalkındırmanın yolu değil yeniden ümmeti İslam kültürü ile kalkındırmanın yoludur. Böylece İslam kültürü ile kalkınan ümmetle İslam devletine geçiş olsun.

Diğer türlü bizden olmayan bir devletten, bizden olmayan bir yöneticiden nasıl bir icraat yapması beklenir ki!

Ümmetin özlediği bir sorumluluk bilincinde yönetim, yönetici, icraat ise ancak İslam Devleti Hilafette olur. Yani Müslümanlar için devlet söz konusu olduğunda onların asli yapılarına uygun olan tek devlet yapısı vardır o da İslam Devleti Hilafettir. Bunun dışında kalan devlet şekilleri Müslümanlar için bir devlet değil günümüzdeki gibi sömürgecilerin uzantıları olur.

Bu gün ümmetin üzerine batılılar tarafından musallat kılınan devletler Müslümanların maslahatlarını gütmeyecekleri gibi onları sağlıklı kalkınmaya götürecek her türlü çalışmanın önünde de birer engeldirler. Fikri kalkınmayı en büyük tehlike görmeleri de bundan dolayıdır.    

O halde Müslümanlar; hep birlikte maslahatlarını hakkıyla gözeten, üzerinde titreyen, tebaasının tepesinde ceberrutça sadece emirler savurup cezalar kesen değil, tebaasını alemlerin Rabbi Rahman ve Rahim olan Allah’ın indirdikleri ile merhametle yöneten, onun tebaasına hayır dua ettiği tebaasının da kendisine hayır dua ettiği raşidî bir Halife’ye biat ederek Raşidî Hilâfet Devleti’nin kurulması için ihlasla çalışanlarla beraber olmalıdırlar.

Avf b. Malik’ten gelen rivayet ise şöyledir: Rasulullah (s.a.v.)’i şöyle buyururken dinledim: “Sizin imamlarınızın en hayırlıları sizin kendilerini sevdiğiniz ve onlar tarafından sevildiğiniz, kendilerine dua edip dualarını aldığınız imamlarınızdır. En kötü imamlarınız (yöneticileriniz, devlet başkanlarınız) ise kendilerine buğzettiğiniz ve kendileri tarafından size buğz edilen, kendilerine lanet ettiğiniz ve size lanet eden yöneticilerdir…”(Müslim)

Ayrıca...

Merhamet Kaynağımız Sadece İslam Olmalıdır -2-

-İnsanlara nispet edilen merhamet: İnsanın içgüdülerinde zalimliğe yönelik meyiller olduğu gibi merhamete yönelik meyillerde vardır. …

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir