Home / News / YAZARLAR / Mehmed Aydın / 30 Mart Seçimi, Gülen Cemaati’nin ölüm fermanı olabilir!
islam devleti default

30 Mart Seçimi, Gülen Cemaati’nin ölüm fermanı olabilir!

Gülen cemaatinin tarihsel sürecine baktığımızda bir takım İslami söylemlerle, mevcut laik rejimin ileri sürmüş olduğu tehdit karşısında mücadele etme bahanesiyle ortaya çıktı. Laik rejim derken, kastetmiş olduğum Kemalist kesim, yani Türkiye’deki İngiliz güdümlü olanlar. Bu tehdit karşısında gençlerın gerektiğinde takiyye yapabilecekleri yıllardır dile getirildi. Cemaate bağlı olan genç subaylara hertürlü haram işleyebilmeleri için çeşitli fetvalar verildi. İçki içebilir, namaz kılmayabilir veya namazı gözleri ile hatta tuvalette kılabilir tarzında İslam ile hiçbir şekilde örtüşmeyen fetvalar verildi. Bununla beraber cemaatin en öncelikli insan ve para kaynağını teşkil eden eğitim uslubu ile alakalı bir çok konuda İslam’a aykırı bir çok görüş ileri sürüldü. Örneğin; lise ve üniversite eğitimleri için bacılarımızın başörtülerini takmamalarını ve eğitime devam etmeleri gerekli olduğu dile getirildi. Başını örtmüş olan bacılarımıza başlarını açmaları için, gerektiğinde anne ve baba vasıtası ile baskı yapıldı. Bu konuda Gülen cemaatinin sözcülerinden ve aynı zamanda Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı Başkanı  olan Hüseyin Gülerce, Star gazetesinden Fadime Özkan’ın F. Gülen’in 28 Şubat döneminde başörtüsüyle ilgili yaptığı “füruattır” açıklaması üzerine sorduğu soruya şöyle bir cevap veriyor:

“Füruat demek, öncelikli değil demektir. İslamın şartı 5, imanın şartı 6. Burada başörtüsü var mı, yok… Sayın Gülen, bu minval üzere konuşunca toplumdaki tansiyon düşüverdi. Hiç unutmuyorum, Nazlı Ilıcak, gazetesinde ‘Sayın Gülen’i tanımıyorum, bu sözü ilk defa duydum ve ilk defa kendimi İslam dairesinde hissettim’ diye yazdı”…

Gazeteci Yazar olan Nazlı Ilıcak’ın 17 aralık 2013 operasyonundan sonra hararetle Fethullah Gülen’i neden desteklediğinin sebebine görebilmek için Hüseyin Gülerce’nin vermiş olduğu mezkur açıklama yeterli olsa gerek. Nazlı Ilıcak’ın başörtüsünü takmadığı için İslam dairesinde bulunmadığı, yani fasık olduğu anlayışı, yapılan füruattır söyleminden sonra kendisini ilk defa İslam dairesinde hissetmiş olmasına sebep oluyorsa, gerçektende genç bacılarımızın beyinlerini nasıl çelebilmiş olmasını hissetmek zor olmasa gerek.

İşte tüm bu tavizler ve devletin çeşitli birimlerine sızma eylemleri 2001 AKP’nin iktidara gelişinden sonra, Erdoğan’ın oldukça işine yaradı ve ele geçirilmiş olunan devletin birimlerinde bu elemanlar devreye sokuldu. Askeriye’de, yargıda ve eğitim kurumlarında zamanla Kemalistlere (İngiliz kanadına karşı) olarak konuşlanmış olan Gülen cemaatinin elemanları, Tayyip Erdoğan tarafından Mavi Marmara gemisine yapılan saldırı sonrası Fethullah Gülen’nin yapmış olduğu açıklamalardan sonra sekteye uğradı. Yine bununla alakalı Hüseyin Gülerce’nin New York Times gazetesine vermiş olduğu bir demecinde şunları söyledi:

İlk çatlak mavi marmara’da çıktı.

Gülerce şöyle devam etti:

“Sayın Erdoğan’ın aşina olmadığı bir gruptan bahsetmiyoruz. İstanbul Belediye Başkanı olduğu dönemden beri hepimizi şahsen tanıyor. Sayın Gülen’i 20 yıldır tanıyor. (Hükümetle Gülen Hareketi arasında) İlk çatlaklar Mavi Marmara krizi ile çıktı. Sayın Gülen’in tutumu çok netti. Türkiye’nin dış politikasında maceraya atılmaması, Batı’ya yönelimini sürdürmesi ve dış politika meselelerini diyalogla çözmesi gerektiğini hep söyledi.”

Yani 31 Mayıs 2010 tarihine kadar AKP cemaat üzerinden her ikisininde tehdit olarak görmüş olduğu  Kemalistere kaşı intikam alınmış oldu. Daha sonra AKP ve Cemaat hedeflerine ulaşınca ve sıra ele geçirilmiş olan pastanın paylaşılmasına gelince, mesele menfaat çatışmasına döndü. İç ve dış kaynaklarda bundan öyle ve böyle nemalanmak istediler ve belkide birilerine bu şekilde mesaj göndermenin gayreti içerisine girdiler. Yani her iki kurumunda ABD endeksli olduğu düşünüldüğünde ve ABD’nin medyası olduğu konusunda hiç şüphe getirmeyen CNN-Türk kanalının bu konuda izlemiş olduğu yayın politikası takip edildiğinde, sanki ABD’nin cemaat üzerinden Tayyip Erdoğan’a mesaj verilmek istendiğini görmek mümkün. Örneğin; Erdoğan’ın miting konuşmalarının yirmi küsür kanalda canlı gösterilirken, CNN-Türk’ün o konuşmaları canlı göstermemiş olması manidar. Yine Gülen Cemaatinin önde gelenlerini canlı yayına çıkarılıp onlar için bir platform oluşturmuş olmaları, yine buna bir işaret olsa gerek. Tabiki tüm bunların ABD’nin sadık ve başarılı adamı olan Tayyip Erdoğan’dan vazgeçmiş olduğu anlamına gelmiyor. Sadece bir uyarı olarak değerlendirilmesi mümkün.

Hükümet ile cemaatin aralarındaki bağı tamamen koparan olay ise 17 aralık yolsuzluk ve rüşvet operasyonları oldu. Daha sonra cemaat medyası bunun üzerinden AKP’ye yüklendiler ve bunun cezalandırılması gerektiğinden bahsettiler. Lakin meseleyi her iki taraf açısından İslami bir ferasetle değerlendirdiğimizde, şöyle bir tablo karşımıza çıkmaktadır: Erdoğan’lı AKP hükümetinin ve onunla beraber yola koyulmuş olan cemaat’in Şer’i açıdan değerlendirildiğinde, her ikisininde rüşvet ve yolsuzluğun alasını yaptıklarını bilmek ve görmek için kahin olmaya gerek yok. Okula giden çocukların kitaplarını bedava dağıtmak ama aynı anda halka dünyanın en pahalı petrolünü satmak veya kamuya ait olan tüm varlıklarını özelliştirilmesi bahanesi ile batılılara peşkeş çekmesi, hangi akıl ile izah edilebilinir. Yine buna benzer bir çok konuda ümmetin hertürlü imkanı sömürülmüştür. Cemaat ise devletin eğitim konusundaki eksikliklerini bahane ederek ve okul eğitiminin Türk insanının en önemli hedefi olduğu propakandası yapılarak, binlerce dersane, özel okul ve benzeri kurumlar açıldı. Ardından da ailelerden büyük yüklü paralar talep ederek onların dersanelere yazılması istenildi ve ailelerinin ikna olması için sınavlarda hile uygulanıp dersaneye katılan gençlerin başarılı olması sağlandı. Akabinde o gençlerin Türkiye’nin, hatta Dünya’nın değişik üniversitelerine yönlendirildi ve o il veya ülkelerinde açılmış olan yurtlara ve daha sonra cemaatin evlerine gitmeleri sağlandı. Yani hem Müslümanların paraları hemde gençlerin beyinleri, kendi emelleri için kullanıldı.

Gelelim seçim öncesindeki hesaplaşmaya. Tabiki bu görülen hesaplaşma seçim sonrası ile kıyaslanamaz. Seçim sonrasındaki hesaplaşma ise çok daha şiddetli olacağını şimdiden kestirmek mümkün. Lakin biz Müslümanları üzen mesele ise, bu topluma mal olmuş insanların Rabbimizin rızası ekseninde hareket etmemiş olmamaları. Her ikisininde efendilerini razı etmek için canla başla çalıştıklarına şahid olmaktayız. Her ikisininde hiçbir zaman ağızından Hilafet sözcüğü veya 3 Mart 1924 yılından sonra devletimiz olan Hilafet Devleti’nin yokluğu, ümmeti 50 küsür karton devletciye böldüğünü duymadık. Hiçbir zaman Keşmir, Burma, Çeçenistan, Afganistan, Irak, Orta Afrika veya Suriye’deki zulümlerin durması için İslami ordularının ve Şer’i Devletin varlığından bahsetmediler. Dolayısıyla gerçekleri bilen ve gören tüm Müslümanlar olarak, bu ihanet dolu şahsiyetlerden ahirette Allah’a hesap gününde şikayette bulunacağız.

Bu günlerde meydanlarda Tayyip Erdoğan’nın en öncelikli seçim malzemesinin Pensilvanya’nın, yani F. Gülen’nin olduğunu gözlemlemek mümkün. Yine bu bağlamda küfrü teşkil eden Demokrasi ve Laik rejimin sevdalısı olan Tayyip Erdoğan’ın, meydanlarda kullanmış olduğu söylemler gerçektende hem ilginç hemde iki yüzlü bir liderin potresini gün yüzüne taşıyan bir örnek. Tabiki bunları anlamak ve görmek için medyanın ve hükümetin sözcülüğünü yapan medyanın manupülasyonuna kapılmamak gerekiyor. Tayyip Erdoğan’ın meydanlarda dile getirmiş olduğu söylemlerinin bir kaçı şu şekilde sıralanabilir:

Partiye oy verme açısından, Fethullah Gülen’nin 1995 yılında Savaş Ay’a vermiş olduğu Cebrail olsa oy vermem polemiği. Gülenin o günlerde dile getirmiş olduğu söz şu şekilde:

“Cebrail hiç görmediğim tanımadığım bir melek. Bu bir parti kursa ben ona diyeceğim ki, sen bir parti kurdun ama müsadenle seni desteklemeyeceğim.”

Tayyip Erdoğan’nın mitinglerden bunu dile getirirken lafı aslında şuraya getirmek istiyor; ‘ Ey Pensilvanyadaki zat, sen Cebrail olsa oy vermem diyorsun ama, şimdi CHP’ye zamanında DSP’ye oy veren sizler değilmiydiniz? Yine ey Pensilvanya sen değilmisin; ‘Eğer ahirette Allah bana şefaat etme imkanı verirse, bunu ilk önce Ecevit için kullanırım’ diyen. Yani Tayyip Erdoğan’nın dine lafızlar ve söylemler üzerinden küfür olduğu hiç bir şekilde şüphe içermeyen demokrasiye oy verilmesi gerektiğini kendince bu şekilde dile getiriyor. Meydanlarda insanların aklını ve zihnini karıştıran bir iki söylemini dile getirmeden önce yeri gelmiş iken cemaatin önde gelenlerinden olan  Faruk Mercan’nın, Fethullah Gülen’in Ecevit ile alakalı ilişkisini ve Fethullah Gülen’in hayatını anlatan kitabında Fethullah Gülen’in ABD’ye nasıl gittiğini ve Ecevit’e neden ahirette şefaat vermek istediğini anlatan şu sözlerini sizlerle paylaşmak istiyorum:

“Fethullah Gülen için 22 Şubat 1999 tarihi için randevu ayarlandı…

Ancak ABD’den arayan Profesör Tarhan ‘Burada havalar çok soğuk… Randevuyu biraz erteleyelim…’ dedi…

Mart ayına gelindiğinde ilginç bir şey oldu…

Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi savcısı Nuh Mete Yüksel’in, Gülen hakkında soruşturma açtığına dair bazı haberler İstanbul’a ulaşmaya başladı…

Gülen bu şartlarda ABD’ye gitmeyi doğru bulmuyordu…

Eğer savcı böyle bir soruşturma açmışsa, ABD’ye gitmesi ifade vermekten kaçınmak anlamında algılanabilirdi…

Gülen’e telefon açan Bülent Ecevit; “Sağlığınız çok önemli… Sizinle ilgili böyle bir soruşturma olsa haberimiz olurdu… Lütfen tedavinizi aksatmayın ve Amerika’ya gidin…” dedi…

Gülen’in Amerika’ya gitmesinde en etkili nedenlerden biri Ecevit’in telefonuydu…”

Fethullah Gülen 2007 yılında Amerika’da kaldığı evdeki bir öğlen yemeğinde Bülent Ecevit’i şöyle andı:

“Ecevit hayatı boyunca oruç tutmadı… Namaz kılmadı ama inancı sağlamdı… Sosyal demokrat bir zeminde doğdu ve İsmet İnönü’ye ortanın solu dedirtti…

Okullara çok sahip çıktı…

İşin büyüklüğünü sezmişti…

Önüne bir dosya getirildiğinde elinin tersiyle itti…

Eğer ahirette Allah bana şefaat etme imkanı verirse, bunu ilk önce Ecevit için kullanırım…”

İşte, Cebrail parti kursa oy vermem diyen zat, İslam dininin en başlı düşmanlarından destek görmüş olması ve onlara muhappet beslemiş olması, herhalde aklı selim olan her mümin tarafından görülebilmektedir.

Tayyip Erdoğan’ın hem 17 Aralık operasyondan 4-5 gün sonra Ordu’da katılmış olduğu toplu açılış töreninde, hemde geçenlerde Trakya seçim gezisinde dile getirmiş olduğu bir başka söylem ise şu şekilde idi:.

“KULA KULLUK OLMAZ. SADECE ALLAH’A KULLUK OLUR”

“Bizim efendimiz millettir” diyen Erdoğan, “Fatsa’dan bütün Türkiye’ye sesleniyorum. Kula kulluk olmaz. Sadece Allah’a kulluk olur. Kula kul olanlara prim vermeyin. Hakk’a kul olanlara beraber yürüyün. Ben Hakk’a kulum. Birlikte yürüyelim. İradesini bir yerlere teslim edenlerden olmayın”.

Şimdi ise bu söylem hakkında şöyle bir tefekkür edelim ve bu sözün İslam dini açısından ne anlama geldiğini kısa ele alalım. Allah’a kul olmak demek, hayatta karşı kaşıya kaldığımız her konuda İslam şeri’atın bildirmiş olduğuna kayıtsız ve şartsız bağlanmaktır. Şu durumda Türkiye Cumhuriyeti’nin yönetiminin içinde bulunduğu mecliste yazmış olduğu gibi ‘Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir’ sözü kesinlikle Allah’a kul olan bir mü’min’in şiarı olamaz. Bir kişi kalkacak ve kula kul değil yanlızca Allah’a kul olmalıyız diyecek, ardından Rabbimizin emir ve yasaklarının ekseriyetini teşri noktasında bulunduğu halde icra etmiyecek. Bu kesinlik en azından fısk veya zulümdür, hatta inanarak yapıldığında kişiyi küfre kadar getirir.

Rabbimizin bu konudaki kavli şu şekilde:

“Kim Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar kâfirlerin ta kendileridir.” (Maide:44)

“Ve kim Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar zalimlerin ta kendileridir.” (Maide:45)

“Kim, Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar fâsıkların ta kendileridir.” (Maide:47)

Evet, tüm bu hatırlatmalar ve dile getirmiş olduğumuz hakkikatlar karşısında, söylenecek tek bir şey kalıyor. Allah ve Resulüne tabi olan hiç bir mümin, kesinlikle üzerinde durmuş olduğumuz iki zat ve mensubu oldukları parti veya cemaatlerine benzer bir faaliyete katılmaz ve desteklemez. İslam dinini bilen her mümin şu hakikati bilir ve o minvalde yoluna devam eder. Hiçbir mümin taviz veremez ve tavizin her ne konuda olursan olsun, haram olduğunu görmek için Resulullah ve onun güzide sahabesine bakması yeterli. Hiçbir zaman bizlerin örnekleri olan Resullah ve onu örnek olan arkadaşları taviz vermemişlerdir. Öldürülmüşler, aç kalmak zorunda bırakılmışlar, hatta hicret etmek durumda kaldıkları ve gitmiş oldukları yabancı diyarlarda dahi zerre kadar yalakalık ve dünyalık hesaplar için dinde taviz verilmemiştir. Taviz olmayan, lakin taviz olarak servis edilen ruhsat konusu ise kesinikle taviz için örnek verilemez. Ruhsat sadece ve sadece ‘ikrahi mülcie’ ölümle burun buruna geldiğinde küfür sözcüğü sarf etmesi izin verilmesidir. Bu sadece o anlık ve kesinlikle zamana yayılması mümkün değildir. Lakin bu durumda azimeti seçmek, yani küfür sözünü söylememek ve öldürülmek daha evla olandır. Bu konuda daha fazla malumat sahibi olmak için siyer kitaplarından  Ammar bin Yasin ve yalancı peygamber Müseylemet-ül Kezzab kıssalarını okuyabilirsiniz.

Rabbim biz Müslümanlara uyanma ve kendimize gelme şuuru versin, kesinlikle kafirlerden değilde sadece Rabbimizden talep eden ve onun yardımını umanlardan eylesin. Rabbim Hem Tayyip Erdoğan ve taraftarlarına hemde Fethullah Gülen ve taraftarlarına en kısa zamanda Kur’an ve Sünnet’te dönmelerini ve şer’i devlet olan Raşidi Hilafet Devletini 1953 beri kurma gayreti içerisinde olan Hizb ut Tahrir’li kardeşlerimize sahip çıkmalarını nasip etsin. Yok bu konuda bulundukları batıl yolda israr etmek istiyorlarsa, kesinlikle bulundukları bataklıkta boğulup yok olmalarını sağlasın.

Ya Rabb! Bizlere tez zamanda ikinci Raşidi Hilafet Devletini nasip ve müesser eyle AMİN. 

Kardeşiniz; Mehmet Aydın

21.03.14

Ayrıca...

yazar

Neden Kobani değil de Afrin Operasyonu?

Hatırlayacağınız üzere İŞİD Ağustos 2014 tarihinde Kobani’yi (Ayn El Arap) kuşatmış ve 17 Eylül 2014 …

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir